Rodos adası açıklarında Yunan sahil ekipleri özel bir tekneye ateş açtı. Olayda 3 kişi yaralandı. İkisi Türk, biri Suriyeli. Öte yandan Doğu Akdeniz’de gerilim tırmanıyor. Hay Allah’ım, bir bu eksikti. Ne olacak şimdi, ay yoksa savaş mı çıkacak? Türkiye ve Yunanistan arasında zaman zaman meydana gelen gerginliklere yabancı değiliz ama her defasında, “Tamam, bu sefer savaş çıkar” da diyebiliyoruz. Savaş, tepkisiz bir gerçeklik olarak hayatımızın parçası olmaya devam ettiği sürece, aklımızdan geçen bu saçmalıkları kimse yadırgayamaz. Hele ki hâlâ günümüzde dünyanın her yerinde irili ufaklı onlarca savaş varken. Ve “Savaş Olgusu” anlamlandırılamaz bir gerçeklik olarak hayatımızın parçası olmaya devam ederken. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Hemen en yakınımızda Suriye’de, Irak’ta, Azerbaycan’da, Ermenistan’da, Afganistan’da, Filistin’de, İsrail ve Ürdün’de yıllardır süren savaşlar var. Ölenler Suriyeliymiş, Filistinliymiş, Ermeniymiş, İsrailliymiş, Afganmış, ne fark eder? Söz konusu olan bir insanın ölümü. Ölüm gerçeği! Hangi ülke vatandaşı olduklarının bir önemi yok. Ortak payda “İnsanın Ölümü!” Ortak payda “İnsan” ama, insanın insana yaptığını da başka hiçbir canlı yapmıyor. Kavga, döğüş, riya, baskı, yalan, haksızlık, iftira, bencillik, ego, çekememezlik... Saymakla bitmez. Hepsi insan genlerinde mevcut. Kiminde uykuda, kiminde aktif! İnsanoğlu kendi sonunu getirip, evrende yok olana kadar sürer gider bu insanın insanla savaşı...
Homo Sapiens, kendini yok etmeye çalışıyor
İlk savaşlar, Homo Sapiens’in Neanderthallere (40 bin yıl önceye kadar yaşamış arkaik sapiens türü insan) karşı üstünlüğü ile başlayan var olma savaşları. Ve maalesef, insanlığın tarih boyunca geçirdiği gelişim evrelerinin son durağı sanılan Homo Sapiens hâlâ kendi kendini yok etmeye, alt etmeye ve bir üste ulaşmaya çabalıyor. Ve ne yazık ki bir grup insan bu durumdan nemalanıyor. Oysa, kimileri (belki de bir hiç uğruna) hayatını kaybediyor. Kimileri sakat kalıyor. Kimi bebeler ölüyor. Kimi bebeler yetim ve kimi bebeler öksüz büyüyor. Anaların babaların yüreğinde 40 mum yanıyor. Ve maalesef “Yaşatılan ve yaşanılan bu acı tablolara rağmen, insanlar savaşmaktan vazgeçmeyecekler gibi duruyor. Kimileri din diyecek, kimileri dil diyecek, ırk diyecek, renk diyecek... Hiçbir şey bulamazsa, gözünün üstünde kaşın var diyecek. Yani her daim bir bahane bulunacak. Ve sanırım bu insanlar ”Yaradan da bir, yaşadığımız dünya da bir” gerçeğini görmezden gelerek dünya barışının önünde engel teşkil edecek.
Rıdvan ve Cennet
Sabah 06.30, sahilde yürüyüşe çıktım. Bizim evin 300 metre kadar ilerisinde bu seneki malum sıkıntıdan sebep, kapalı kalmayı tercih eden bir işletmenin pergola demirlerinin arkasında uyuyan birileri vardı. Bodrum’da geceyi ağır geçirip pert olanlar, oldukları yerde uyuyup kalıyor. Bir de otel parası vermek yerine, sahilde uyumayı tercih edenler var. Yani şaşırtıcı bir tablo değil bu durum.
Çakılların üzerine oturmuş bir kadınla göz göze geldiğimizde anladım tablonun farklı olduğunu. Kadın hafifçe gülümseyerek selam verdi ama ben kafamı çeviriverdim. Oysa herkese günaydın demeyi çok severim. Bu kez kibirli önyargıma yenik düştüm maalesef! Dönüş yolunda bir baktım aynı kadın, denizde bir şeyler yıkıyor. Üstü başı perişan ama gözlerinin içi gülüyor. Az önce tuzağına düştüğüm kibirden kaynaklı vicdan azabımı hafifletmek için bu kez de ben gülümseyerek günaydın dedim. Birkaç laf attım ama o kadar az Türkçe biliyordu ki pek anlaşamdık. 1-2 dakika sonra pergolanın arkasından, biri kız, diğeri erkek, dünya güzeli iki çocuk koşarak yanıma geldi. İki çift mavi göz... Ayaklar çıplak, üst baş perişan.... Gözlerinin içi gülüyordu. Aynı anneleri gibi... Sonra baba çıktı ortaya. Onun da gözlerinin içi gülüyor. Baba, bizden uzakta durmayı tercih etti. Anneyle anlaşamayınca çocuklarla konuşmaya çalıştım ama nafile. Onların da Türkçesi zayıftı. Birden İngilizce konuşmaya başladılar. Ben şok! Romanın yani Roman gibi hayatlarının ilk bölümünü anlamaya başladım artık. Tamda tahmin ettiğim gibi, Suriye’deki savaştan kaçıp gelmişler. Sanki büyük adamlarla konuşuyor gibi detaylı sorular sormaya başladım çocuklara. 6 yaşındaki Cennet ve 7 yaşındaki Rıdvan, anneye tercüme ediyorlar. Anne bir şeyler söylüyor ama nasıl anlasınlar ve nasıl anlatsınlar yaşananları. Daha küçücük çocuk bunlar. Azize, yani Anne, baktı ki olmayacak, babayı çağırdı yanımıza. Abdülkadir, yani baba, İngilizce biliyor. Artık romanın diğer bölümlerini daha hızlı okur hale gelmiştim. Türkiye’ye geleli 6 sene olmuş. Azize hamileymiş o dönem. Kızları Malatya’da doğmuş. Savaştan kurtuldukları için Cennet koymuşlar adını. “Amacımız, Türkiye üzerinden Avrupa’ya gitmekti ama Bulgar sınır kapısında ateş yağmuruna tutulduğumuz an bunun mümkün olamayacağını anladım” dedi Abdülkadir. Malatya sonrası Edirne Antalya, Bursa ve İzmir’de yaşamışlar. Hep geçici iş bulabilmiş. İzmir’de mülteci kampında kalmışlar bir süre. (Meğer çocuklar İngilizceyi orda öğrenmişler.) Sonra da bir yolunu bulup Bodrum’a gelmişler. “Çocuklarım için, onların daha güvenli bir ortamda büyüyüp iyi eğitim almaları için kaçtık savaştan. Maalesef plan, hayal ettiğim gibi gelişmedi. Çocuklarımla sokakta yaşıyoruz. Okula gidemiyor. Zar zor bir iş bulmuştum, pandemi başlayınca ordan da çıkardılar. Yeni bir iş de bulamıyorum. Bir de etraftan şikâyet etmişler. Polis geldi. Yarın burdan gitmemiz gerekiyor.”
Bunları dinlerken gözüm hep çocuklardaydı. Hiçbir günahları olmadığı halde savaştan nasiplerini almış, evsiz, barksız kalmış, çakılların üzerine serdikleri mukavvaların üzerinde uyumak zorunda kalan çocuklarda. Yaşadıkları tüm zorluklara rağmen gözlerinin içi gülen Rıdvan ve Melek’te... Dünya üzerindeki milyonlarca çocuk, Rıdvan ve Melek’le aynı kaderi paylaşıyor. Güçler savaşıyor, günahsız çocuklar kader kurbanı oluyor... Büyük haksızlık! Rıdvan, Melek, Azize ve Abdülkadir, son 2 gündür Bodrum Belediyesi tarafından misafir ediliyor. Belki de uzun zamandır kafalarını sokacak bir çatıları ve yatacak döşekleri oldu. Sonrasında ne mi olacak? Kaymakamlık tarafından sağlanacak ve Göç İdaresi’ne ait bir araçla, göçmenlerin koruma altına alındığı bir ile sevk edilecekler.