Uzun zamandır zaten gündemde olan ve içinde bulunduğumuz korona günlerinde ne denli önemli olduğu bir kez daha net olarak gündeme gelen “sağlıklı gıda” ihtiyacı.
Bu ihtiyaç her geçen gün daha da artıyor.
Bahçelerimize, balkondaki saksılara diktiğimiz fidelerin arkasındaki hikaye de bu değil mi?
Hem hobi hem sağlık ve ilk hasat mutluluğu da yanında bedava.
Bu somut ihtiyaç belki de kentten kırsala göçü hızlandıracak ve Anadolu toprakları yeni çiftçilerini ağırlamaya başlayacak.
Sağlıklı gıda ihtiyacını ilk karşılayacak olan ve bir açıdan toprakların asıl sahipleri köylülere, atalarının yaptığı tarımı hatırlatacak öncü çiftçilere ihtiyaç duyulduğu da ortada.
Yaşanan “ekolojik kriz” yeryüzünde derinleştikçe, bu konuya önem veren, toprak anaya, gezegenine, yuvasına sahip çıkan ve çıkmaya çalışan insan sayısında da artış gözleniyor. Doğaya karşı duyarlılığımız derinleştikçe, bu konuda hem bireyler hem de ortak hareket eden gruplar çoğalıyor.
Tüm dünya devletlerin yanı sıra vatandaşlar da SARS-CoV-2 virüsünü kontrol edebilmek için çeşitli önlemler almaya çalıştı.
Sokağa çıkma yasağının olmadığı günlerde de evlerine kapanan insan sayısı oldukça fazla. “Bana bir şey olmaz kafasını” benimseyen ve sokağa çıkma zorunluluğu olmadığı halde kendilerini sokaktan alamayanlar da var tabii.
Araç trafiği azaldı.
Artık daha az seyahat ediliyor.
Hatta edilemiyor.
Daha az üretiliyor, daha az naklediliyor.
Mart başı gibi bir hareketlilik başlardı Bodrum’da.
Yeni sezona hazırlık için tatlı bir telaş...
Malumunuz gelirinin oldukça büyük kısmını turizmden elde eden beldeler, umudunu yazın gelecek turiste bağlar.
İşte bu umudun tohumlarının dikilmeye başlandığı zamandır bahar.
Mayıs ortaları gibi fideye dönüşen tohumlar, yaz aylarında ürün vermeye başlar.
Uykusuz kalınan gecelerin, uzun saatler süren mesailerin, yorgunluğun, kısaca emeğin karşılığının alındığı aylardır yaz ayları.
Ama maalesef bu yıl işler değişti.
Turgut’la tanışıklığımız İstanbul’dan.
Yıllar sonra yollarımız Bodrum’da yeniden kesişti.
İkimiz de artık Bodrum’da yaşıyor olmaktan çok mutluyuz.
Turgut üç, ben ise altı yıldır Bodrum’da yaşıyorum.
Bizi evlere hapseden salgın öncesi, zaman zaman Bitez’deki “Hey Joe” kafede buluşur sohbet ederdik.
Korona öncesi son buluşmamızda, “Bodrum çok pahalı” diye dedikodusunu yapmıştık. Kiraların yüksek olması, satılıkların el yakması ve meyve-sebze fiyatlarının büyük şehirlerden aşağı kalmadığından falan konuştuk.
Pazardaki fiyatlardan öyle şikayetçiydi ki dayanamayıp pazarcının birine, “Yahu, bu fiyatlar İstanbul fiyatları” demiş.
Endişelerimiz, korkularımız, konuştuklarımız ve hatta beklentilerimiz çok farklıyken, bir anda her şey nasıl da değişiverdi, nasıl da aynı potoya giriverdik.
Hayatımızda ki tüm malzemeler birden tek kaleme iniverdi.
7’den 77’ye aynı şarkıyı söyler olduk.
Adı Korona!
Bugün ne yazsam acaba diye kara kara düşündüm.
Korona olmasın istedim, zira sağımız-solumuz, içimiz-dışımız korona...
Korona aşağı, korona yukarı.
İnanın direndim ama ne kadar istemesem de kalemim koronaya kayıyor.
Madem öyle, ben de içimi dökeyim bari dedim.
***
En başından beri serinkanlı davranmaya çalışıyorum.
Yok yalan!
Amerikan deneysel fizikçi Luis Alvarez ve dünya bilimci oğlu Walter Alvarez, 1980 yılında beraberlerinde birkaç nükleer fizikçiyle dünya tarihinin en büyük keşiflerinden birini ortaya çıkarır.
‘Alvarez Hipotezi’ olarak adlandırılan teoriye göre, dinazor ırkının yok oluş sebebi dünyaya çarpan bir göktaşıdır.
Bu hipotez, yakın geçmişte Meksika’daki Yucatan Körfezi’nde dev bir kraterin keşfedilmesinin ardından, uluslararası uzmanlar heyeti tarafından da desteklenir.
***
Geçtiğimiz günlerde Amerikan Uzay ve Havacılık Ajansı (NASA), uygarlığı sona erdirebilecek büyüklükte bir asteroidin nisan ayında dünyaya çok yaklaşacağını tespit etti.
Bu büyüklükteki bir cismin dünyaya çarpması halinde ,insan yaşamının devam etmesinin pek mümkün olamayacağı iddia ediliyor.
Yoksa biz insan soyunun sonunu da bu asteroid mi getirecek?
Varoluşsal risk uzmanları, örneğin Oxford Üniversitesi’nin “İnsanlığın Geleceği Enstitüsü”nden
Turizm merkezinin harika koyların ve muhteşem eğlencenin adresi olması gerektiğini belirten Erener, “En iyi DJ’lerin en iyi setlerini Bodrum’da yapmaları için elimden geleni yaparım. Olsa olsa böyle marka olur” diyor.
35 yıldır Türkiye’nin yerel ve global markaları için çalışmış ve onlara ün kazandırmış bir reklamcı olan Serdar Erener’le marka olmanın şartlarını konuştuk.
Erener’in bu yorumları biraz sert olabilir ama farkına varmamız ve üzerinde durmamız gereken doğruları net olarak işaret ettiğini inkâr edemeyiz.
- Marka olmanın şartları neler?
Şartlar belli: Benzerlerinden farkın olacak. O farkı hep tutturucaksın. Arada bir o farkı daha da farklılaştıracak yenilikler yapacaksın. O yüzden insanların kendilerinden ‘marka’ diye bahsetmeleri komik geliyor bana. Beşer şaşar, iner çıkar. Markanın bu lüksü yok. Marka, 10 kişinin de 10 bin kişinin de çabası olsa, örgütlü sürdürülebilir bir çabadır. O bile çakılabilir.
- Yani, benzerlerimden farkım var, hop hop hop ben de marka olurum diyebilir miyiz?
Tabii ki hayır. Şuurs