Bazen sen beyaz dersin ama karşındaki siyah anlar. “Vay sen nasıl siyah dersin!” diye başlar elektriklenme. “Ya ben buna siyah demedim, beyaz dedim” diye ikna etmeye çalışırsın karşındakini ama nafile. Zira senin beyazın artık onun siyahı oluvermiştir. Sen ikna etmeye
çalıştıkça o direnir. O direndikçe sen ikna etmeye çalışırsın. Tansiyon yükselir. Durgun sular bulanmaya, sükûnet dalgalanmaya, algılar kısa devre yapmaya başlar. Ve hemen ardından gelen kum fırtınasıyla göz gözü görmez, kulak söyleneni duymaz. Kalp sıkışır, sıkışır, sıkışır. Kavgalar... Kırgınlıklar... Küskünlükler...
Ve bunların sebebi genelde birbirine benzer. Çatı aynıdır aslında. Kocaman ve anlamsız “Yanlış anlaşılma kazaları!”
İletişim çatışmalarımızdaki asıl sorun anlaşılmamak ya da anlamamak değil, yanlış anlamak ve yanlış anlaşılmak. Yaşadığımız tecrübeler, “Bir şey söyleyeceğim ama sakın beni yanlış anlama” diye söze başlatır bizi. Bildiğiniz travmatik davranış biçimi. Artık neler yaşandıysa... Kendini bilmez kaç cümle havalard
Hepimizin hayalleri var. Gerçekleştirmek istediğimiz hayallerimiz ve hedeflerimiz. Ufak ya da büyük hiç fark etmez. Kimisinin hayali dünyayı gezmek kimisinin hayali kariyer sahibi olmak. Kimi upuzun, kimi keyifli, kimi heyecanlı... Gelgelelim hayaller de mutasyona uğradı sanki. Charles Bukowski’nin de dediği gibi ”Önceden hepimizin çok büyük hayalleri vardı. Oysa şimdi çoğumuz her şeyi geride bırakıp, denize karşı küçük bir kasabada yaşamayı hayal ediyoruz”. Belki bunun başlıca sebebi insan-çevre ilişkisinde insanın çevreden yaşaması için gereken yararlanma düzeyini aşması ve çevrenin olanaklarını zorlamasıdır. Belki de bu olanakları insafsızca kullanmaya başlamasıdır. Ve kim bilir belki de bu insafsızlığın çevreye zarar verici ve bozucu hale dönüşmesidir.
Hayal kurmanın bilimsel bir açıklaması uzun yıllar önce de kanıtlanmış ama ancak 1990’lı yılların sonuna doğru ilan edilmiş. Bu araştırmalar, beynimizin hiçbir zaman mola vermediğini, düşünce oluşumumuzu gerektirecek bir dış uyarıcının olmadığı takdirde,
Oksijen menbaları ormanlar, asırlık ağaçlar, yeşilin eşsiz tonları yok edilip, onların yerine beton ormanları inşa etmeye devam edersek, temel olarak doğayı, çevreyi sömüren, kirleten kapitalist sistem bizi hepten yiyip yutacak.
Doğayı para kazanma aracı olarak görmek, ticarileştirmek ve onun bir parçası olduğumuzu unutarak sahibi gibi davranmak, kendi sonumuzu hazırlıyor olmanın bilincinden ne denli yoksun olduğumuzun en somut kanıtı. Kuşları ağaçsız, arıları çiçeksiz, dünyayı nefessiz bırakıyoruz. Her geçen gün yeşili biraz daha öldürüyoruz. Ormanları tek tek yok edip, onların yerine binalar dikiyoruz. O ormanlarda yaşayan binlerce canlı türünü kendi zevklerimiz için evsiz ve cansız bırakıyoruz. Sürekli betonlaşıyor ve betonlaştırıyoruz.
Kulaklarımızı kuş cıvıltılarından, yaprakla rüzgarın ahenkli ritminden, örtü- böcek seslerinden yoksun; gözlerimizi kelebeklerden, arılardan mahrum bırakıyoruz. Yağan yağmurdan sonra iliklerimize kadar hissedebileceğimiz toprak kokusunu yayan alanlara dikilen beton yapılar soluk almamızı engelliyor.
Uzmanlar Türkiye’deki yangınların mevsimsel, iklim değişikliği, yaygın bitki örtüsü ve Kızılçam ormanlarının tutuşmaya elverişliliği gibi pek çok sebeple çıkabileceğini ancak bunların yüzde 90’ın üzerinde insan kaynaklı sebeplerle meydana geldiğini söylüyor.
Dolayısıyla yangınlarda mücadelede en önemli hususun, yangın esnasında gerçekleştirilen müdahalelerden çok yangın öncesinde alınacak tedbirler olduğu ifade ediliyor.
Gelişmiş ülkelerde kaynakların yüzde 80’i yangını önlemek için verilen eğitimlere ayrılır, bütün masraflar yangını söndürmeye değil, yangın oluşmasını engellemeye yönelik olarak yapılır. Fakat Türkiye’de henüz böyle değil.
Gerçi biz kaynakların tamamını bu tür eğitimlere harcasak dahi hiçbir şey değişmez gibi vazgeçemediğim bir karamsarlık içindeyim. Zira gördüğüm, gözlemlediğim ve hep birlikte şahit olduğumuz talihsiz örnekler, iyimser olabilmem için gereken besini almama engel. ”İyimserlik açlığı”
Bodrum Merkezdeki Atatürk caddesi nam-ı diğer “Barlar sokağı” bu sene önceki senelere oranla daha sakindi. Ben bu kalabalığın bile olamayacağını düşünmüştüm. Yanılmışım! Bütün kış dört gözle sezonun başlamasını bekleyen esnafı çok tatmin etmedi bu kalabalık. Bodrum’da kiralar çok yüksek. Kirayı mı ödesin, çalışan personelin maaşını mı ödesin, evinin ihtiyaçlarını mı karşılasın? Şaşırıp kaldılar.
Her şeye rağmen “Buna da şükür” diyorlar. Tüm temennileri bir sonraki yılın iyi geçmesi. Kalabalık az ama bu azlığın bile pisliği çok. Hep aynı şeyi söylüyorum; yaşadığımız çevreyi temiz tutma kültürü gelişmemiz bir toplumuz. “Ben pisleteyim, belediye temizlesin” yaklaşımında olan kısır bir düşünce döngümüz var. Her şeyi belediyeden, belediye çalışanlarından beklemek oldukça büyük bir haksızlık. Hep birlikte yaşadığımız alanları, hep birlikte koruyup, kollamamız gerekiyor oysaki. Herkes üstüne düşen vazifeyi yapsa sorun kökten
Son zamanlarda çok tatlı yeni mekanlar açılıyor Bodrum’da. ”Avuç içi kadar Yunan adalarında veya Alaçatı’da var da, niye Bodrum’da yok?” diye hayıflanıp, özlemini duyduğumuz türden mekanlardan bahsediyorum. Lüzumsuz abartıdan uzak, güzel yiyip, içebileceğiniz sade ama şık yerlerden. Bu gelişimi Bodrum’da görünce hoşuna gidiyor insanın.
Gerçekleştirilmesi zor şeyler değil bunlar. Mesela 2019 yazında Bitez’de açılan, edebiyat, sanat ve gastronomiyle iç içe olan “Zai”. Yine 2019’da ve yine Bitez’de açılan bistro- pizzeria “Vamos”.
Kumbahçe’de bu yaz açılan Okan Bayülgen’in Dada Salon/Sahrap’ı. Bodrum’daki Sahrap’a daha gidemedim ama Sahrap Soysal’ın elinin lezzetini İstanbul Pera’daki yerinden bilirim. Kumbahçe’de sevdiğim yeni bir yer daha açıldı. Çok esprili bir ismi var. “Sloth’s Home”. Güney Amerika’da yaşayan ve tembelliği ile bilinen bir hayvan cinsinin adı Sloth. Bircem ve Gaye
Daha yaşanılabilir bir toplum yaratma çabasındaki insan, birey bireyin hakkını korumadığı, birey bireye saygı duymadığı ve herkes bireysel olarak istediği gibi davranmaya devam ettiği için çeşitli çözümler aramış. Ve sonunda çareyi, bir toplulukta uyulması gereken ve insanlar arasındaki davranışları düzenleyen, nezaket, saygı ve görgü kurallarını adab-ı muaşeret başlığı altında toplamakta bulmuş.
Adap, edebin çoğulu... Muaşeret ise, “Birlikte yaşayan kişilerin iyi geçinmesi” demektir. Düzenli bir yaşam sürebilmenin yolu saygıdan, saygının yolu nezaketten, nezaketin yolu görgüden geçer. Toplumsal bir varlık olan ya da olmak isteyen insan, kendini yaşadığı toplumdan ve o toplumu ilgilendiren değerlerden soyutlayamaz, soyutlamamalıdır. Toplumun bir parçası konumunda olan her bireyin, özlemini duyduğu değerlerin oluşması, yerleşmesi, gelişmesi ve devamlılığının sağlanması için üzerine düşeni yapması gerekmez mi? Herkes imkânları doğrultusunda minnacık bile olsa bir katkıda bulunsa fena mı olur! Ne bileyim yoldaki kırık bir cam
Yok, kimse uyarılara kulak asmıyor. Kimsenin umurumda bile değil. Herkes kendi bildiğini yapmaya devam ediyor. Maskemi de takmam, sosyal mesafeyi de korumam. Bilmiyorsanız öğrenin, aslında virüs mirüs yokmuş. Bodrum Gündoğan sahilinde yürüyüş yaparken, gırtlağını itinayla temizledikten sonra bütün hazneyi yere tükürdüğü için uyarmak zorunda kaldığım beyden öğrendim bunu. “Beyefendi, yere niye tükürüyorsunuz, ayıp değil mi? Üstelik korona zamanı bunu asla yapmamalısınız” dediğimde, elini kolunu enteresan bir ritimle sallayarak “Korona yok, bunlar uydurma! Saf olmayın, inanmayın bunlara, oyuna gelmeyin” dedi.
Bu durumda, toplum biz oyuna gelen saflar ve akıllı uyanıklar şeklinde ikiye ayrılmış gibi gözüküyor. Dünya genelinde, koronadan hayatını kaybeden kişi sayısı milyonlarla ifade ediliyor, tehlikenin ne denli ciddi olduğu her gün defalarca hatırlatılıyor. Ama demek ki buna sadece biz ‘saf cenah’ta olanlar inanıyoruz. Ah, bu saflar nelerden mahrum kalıyorlar. Her koşulda maske takarak, ağız tadıyla nefes alamıyorlar. Aylardır,