Balat’ta berber çıraklığı yaptığım yıllardı... Dükkana her sabah alınan Hürriyet Gazetesi’nde okumuştum ilk haberlerini. Dünyayı bir tekne ile dolaşıyorlardı. Bir kadın bir erkek ve bir küçük kedi - adı hiç unutulmayan -: Miço... Geldiklerinde mahşeri bir kalabalığın resmi vardı gazetenin baş sayfasında. İstiklal Caddesi’nden bir konvoyla geçmişler ve yüzbinlerce konfeti ile hoş geldin denilmişti hayatı mangal gibi yürekle yaşayan iki insana. Sadun ve Odo Boro’ya... *** Yıllar sonra serin bir Bodrum tatilini Gümüşlük’te yenen bir balıkla noktalamak isteyince Akvaryum’a gitmeye karar verdik. Cengiz, gene en sıcak konukseverliği ile kapıda karşıladı bizleri. Kalabalıktı ve yer yoktu. “Sadun Abiler biraz sonra kalkıyor. Sizi onların yanına alayım abi" dediğinde kafamı çevirdim. İnanılacak gibi değildi ama efsanem orada oturuyordu. Dünya gezilerini anlattıkları “Pupa Yelken" adlı kitabı daha bir ay önce bitirmiştim. Sadun Boro 1960’lı yılların sonunda dünya turunu yaparken yaşadıklarını kaleme almış çok güzel resimlerle de süslemişti bu kitabını. Bir solukta okumuştum yazılanları. Fırtınaları onlarla birlikte yaşamış, Karayib mercanlarında onlarla birlikte endişelenmiş, Kısmet Panama Kanalı’nı aşıp Pasifik’e çıkınca dolaba gidip küçük soğuk ve beyaz şaraplarımdan birini açıp içmiştim gecenin bir vakti... Onlara ulaşmak yazdıklarından daha fazlasını öğrenmek istemiştim ki çevremden “rahatsız edilmeyi pek sevmezler" yanıtını almış vazgeçmiştim bu sevdamdan. Şimdi yanımdaydılar işte. Bir konservatuvar öğrencisinin Robert De Niro veya Meryll Streep ile aynı masaya düşmesi gibi bişeydi bu. Gene de kendimi tuttum. Kısa selamlaşmanın ardından sadece kitaplarını yeni okuduğumu ve çok etkilendiğimi söylemekle yetindim. Büyük fırtınalardan sonra sakin limanlara yanaşmış bir gemi gibiydiler, telaşsız ve ağır ağır yediler yemeklerini. Arada bir dönüp bir iki soru sordular... Yemeklerinin sonunda gidiyorlar sanmıştım ki ayağa kalkıp yanımıza geldiler ve “Kahvemizi sizinle içebilir miyiz" diye sordu Sadun Abi? “Lan Sadun Abi kafayı mı sıyırdın sen? Hayatta bundan daha çok ne isteyebilirdim" demek geldi içimden ama sadece “Bize keyif verirsiniz" demekle yetindim. Masada oturdukları andan itibaren yüzlerce yıldır tanışan iki denizci gibi sohbete başladık. Sadun Boro’nun eşi Odo, eşime teknede bebek bakmanın nasıl bir iş olduğunu anlatıyor, biz de Sadun Abi’yle muhabbeti orsalıyorduk. Fırtına demirinden, navigasyon aletlerine, internetten aldığım hava durumundan, yıllar önce sekstant denilen iptidai bir aletle ve minik bir transistörlü radyo ile yön tayinlerine kadar bir sürü şeyi konuştuk. Kuşadası’ndan Antalya’ya bütün kıyıları anlattığı yeni kitabının müjdesini verdi konuşurken ve aynı tekneyle yani Kısmet’le beraber olduklarını öğrendim... 35 yıldır süren mutlu bir birliktelik içindeydi üçü. Sadun Abi, eşi ve Kısmet... Kahvesi bitti gidecekler diye ödüm patlarken bu kez de soda istedi. “Ohh çok şükür" dedim içimden. Bir süre daha sohbet ettik ve sonunda Sadun Abi ve eşi bizi ne kadar mutlu ettiklerini bilemeden ağır ağır kalktılar masamızdan, o ayağa kalkınca Akvaryum’un bütün garsonları tek tek koşturup Türkiye’nin ilk ve en büyük maceraperestinin elini sıktılar pek rastlanmayan bir kadirşinaslık içinde. Gümüşlük’ün rengarenk ampullü balıkçı çardaklarının bulunduğu cadde, üstünde kimlerin yürüdüğünden habersiz yattı uykuya. Bir iki köpek masalardan atılan balık kafalarını yemek için birbirlerine havladılar bir süre, balıklar attığımız ekmekleri oradan oraya iterek midelerine indirdiler ve biz de demir aldık Gümüşlük caddelerinden. Vira bismillah...