Önce iktidar partisi, Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı ‘metal yorgunluğu’ var diyerek işe koyuldu.
Zira ona göre, AK Parti sıradan bir kurum olmayıp dava partisidir, sloganları da ‘Durmak yok, yola devam’dır. Dolayısıyla, ortada ‘kutlu’ bir yürüyüş vardır ve bu yürüyüşe ayak uyduramayana bakılmadığı gibi, bu yürüyüşte yolu bulandırana ve hatta tıkayana hiç bakılmaz!
İktidar partisi demek, hizmet ve imkânların olduğu yer demektir.
Maalesef bir kesim insanımız siyasi partileri rantiye merkezi olarak görür ve çöreklenir. Hangi partinin elinde olurlarsa olsunlar, belediyeler bu tipler için biçilmiş kaftandır. Böyleleri, kendi işleri yoksa bile başkalarının işlerini takip ederek köşe dönmek isterler.
Belediyelerdeki FETÖ ile mücadelenin azlığını görmek, bu hainlerin buraları mesken tutmadığı anlamına gelmez. FETÖ ile mücadeledeki iradesizliklerini, bundan da vahimi olarak onlarla ortak iş tuttuklarını gösterir!
Siyaset bir meslek değildir, hizmet aracıdır. Bundan dolayıdır ki milletvekilliğinde en fazla üç dönem, belediye başkanlığında ise en fazla iki dönem şartı getirilmelidir. AK Parti, milletvekilliği için üç dönem şartını tüzüğüne koymasına rağmen bunu
‘Bab-ı Toplantı-ları’nın 131. konuğu Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Sayın Dr. Faruk Özlü idi.
Her gittiği OSB’de ara eleman sıkıntısı ile karşılaştığını söyleyen bakan; bu çarpıklığın eğitim sistemimizin temel problemlerinden biri olduğunu vurguladı ve şöyle dedi: Almanya ile benzerlik arz ediyoruz; her iki ülkenin 80 milyon dolayında nüfusu var. Almanya’daki orta öğrenim öğrencilerinin yüzde 65-70’i meslek liselerine gidiyor; bizde ise durum bunun tersidir.
Bizde herkesin üniversite okuyup, masa başında oturması gibi çok yanlış algı var. Bundan dolayı da yetişmiş bir tekniker veya teknisyen 6 bin lira maaş alırken, mühendis 4 bin lira almaktadır.
En büyük güç insanın kendi içindeki güçtür ve bu durum devletler için de böyledir diyen Sayın Bakan; teknik ara eleman açığımızı gidermek için, Milli Eğitim Bakanlığı ile de anlaşarak, her organize sanayi bölgesinde bir meslek okulu kuracaklarını; bu okulların sahip ve yönetimlerinin OSB’lerde olacağını ifade etti.
İmalat sanayi ciromuzun 144 milyar lira olduğunu; bunu iki misline çıkarmayı hedeflediklerini, bunu da beş alana odaklanarak gerçekleştireceklerini vurguladı: 1-Kimya, petro-kimya
2-İletkenler, yarı iletkenler,
Dün İngilizlerin sinsice oynadığı oyunu, bugün ABD fincancı dükkânına giren deve misali oynuyor.
Diğer bir ifadeyle, tek kutuplu kalan dünyanın lideri olarak, köpeksiz gördüğü köyde değneksiz dolaşıyor!
Ortadoğu’da İsrail ve bu petrol olduğu müddetçe, başta İsrail olmak üzere, tüm emperyalistlerin gözleri ve kanlı elleri bu topraklar üzerinde oldu ve olmaya devam edecektir.
Kutsalların bulunduğu bu netameli bölgede, petrolün keşfinden sonra başlayan kurt dansı, neden olacağı bir Üçüncü Dünya Savaşı’na, bu da dünyanın sonuna işaret etmektedir!
ABD Irak’ı işgal ederken, bölgenin sayılı askeri gücüne sahip Saddam orduları tek kurşun atmadan teslim oldu. Bunu da Irak ordusuna yerleştirdikleri, oranın FETÖ’sü, Kesnizani tarikatı (!) marifetiyle gerçekleştirdiler.
Kesnizani, FETÖ ve DAEŞ’in birbirlerinden farkı yoktu; hepsi sözde din adına idi ve adına savaştıkları dini (İslamiyet’i) karalamak için akla hayale gelmeyen vahşetleri sergilemekle görevliydiler.
ABD, işte, bulandırdığı bu suda avlanıyor; yayınladığı Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde güç kullanacağını ilan etti. Yetmedi; BM Genel Kurulu’na gelen oylamadan önce yapılan açıklamada, tasarıya lehte oy kullanan ülkelere
Köroğlu “Delikli demir çıktı, mertlik bozuldu” demişti.
Evet, dünya kurulalı beri değişmeyen, yani istisnası olmayan tek kural, hükmü, galip olanın belirlemesidir.
Haklı veya haksız, güç kimin veya kimlerin elindeyse, kuralları belirler ve uygular; uyguluyor da...
Uluslararası arenada hak ve hukukun sırra kadem basıp toz olduğu bu ortamda; adalet terazisi şaşmış, ülkeler arası münasebetlerde iş şirazesinden çıkmış ve ipin ucu p..ştun elinde kalmıştır!
Sözde medeni diye tanımlanan âlemde sergilenmek istenen tüm bu rezaletlerin yeni modası, vesayet savaşlarıdır. Artık mertliği ortadan kaldıran delikli demiri bile, asıl düşman kullanmıyor.
Yenidünya konseptinde düşman bellidir ve adı İslamiyet, İslam ülkeleri ve Müslümanlardır.
Bunlarla yapılan ve yapılacak olan vesayet savaşları ekonomik temelli olup, bu da uluslararası kuruluşlar ve terör örgütleri marifetiyle yapılmaktadır.
Dünya beşten küçük sayıldığı müddetçe; ister büyük güçlerin uydu konumundaki ülkeler olsun, isterse kendi ayakları üzerinde durabilen ülkeler olsun, dış politikalarını sürekli değiştirmek zorundalar.
Bu durum biraz da yaşadığımız sürat çağıyla ilgilidir. Zira akşamdan sabaha olaylar değişmekte, eski ittifaklar bir bir yıkılıp, süratle yeni birliktelikler oluşturulmaktadır.
Dedik ya; dünyaya sözde nizamat vermek iddiasındaki ABD’nin niyeti bozuk. Onun yegane amacı; ülkelerin arasında nifak tohumları ekmek, aralarını açıp onları savaş ortamına sokmaktır. Ülkeler savaşacak ki, ABD’li silah fabrikaları günlerini gün etsinler!
ABD’nin dostları ve ona yeni dost olacak ülkeler; onun dost ve müttefik addettiği ülke konumundaki Türkiye’ye ibretle bakıp, önlem almalıdırlar!
Yıllar boyunca Türk gençliğini sağcı-solcu diyerek, kıyasıya çatıştırdı; her iki kesimden gençleri öldüren silahların tetiğini aynı parmak çekiyordu.
Maksatları; Türkiye ayakları üzerine kalkmasın ve bölgesinde belirleyici rol oynayamasın idi. Bunu da ‘yurtta sulh cihanda sulh!’ deyişine farklı manalar vererek yürüttüler. Halbuki o sözün açıklaması; ‘hazır ol cenge, istiyorsan sulh-u salah!’tır ve bu, koca Türk
BM’nin 195 ülkesi bir tarafta, geride kalan iki ülkesi olan ABD ile İsrail diğer tarafta. Bu durum, ABD ile İsrail’in yalnızlığının yanı sıra, güçlü olanın haksızlığının ispatıdır. Diğer bir ifadeyle, haklının güçlülüğünün kanıtıdır.
ABD’nin kendisinin de altında imzası bulunan bir kararı görmezden gelip, Kudüs’ü, işgalci ve terörist bir devlet olan İsrail’e peşkeş çekip başkent ilan etmesi, sözde güçlünün şamarıydı.
Aynı minvaldeki şamarı, bundan tam bir asır önce, yine o günün sözde güçlüsü İngiltere atmıştı.
İç ve dış ihanetlerden sonra Osmanlı yıkıldı. Başsız ve sahipsiz kalan İslam âleminin zillet hali onlarca yıl boyunca sürdü. Onların bu dağınıklığını fırsat bilen Batılı sömürgeci güçler, onlarla kedi fare ile oynar gibi oynadı ve hemen hepsini kendilerine uydu haline getirdi.
Meydanı boş gören emperyalistler, İslamiyet’i ve İslam ülkelerini düşman ilan edip hedef tahtasına koydular. Sudan bahanelerle bu ülkeleri işgal edip parçaladılar; başta, sebil gördükleri Müslüman kanı olmak üzere, yer altı ve yer üstü zenginliklerini sülük gibi emdiler ve emmeye devam ediyorlar.
Bölüp parçalamaya doymadıkları İslam ülkelerinin enselerinde sürekli boza pişirerek, her birini şamar
ABD’nin dünya üzerinde dostu ve müttefiki olan tek bir ülke vardır; o da İsrail’dir!
Bunun manası da şudur: ABD herkesin anladığı şekilde bir devlet normuna oturmamaktadır.
Devletlerde gizliliğin olması ve hatta gizli devletin bulunması doğaldır. ABD’ninki bundan farklı olarak, gizliden de gizlidir!
Ama öyle bir zamanda yaşıyoruz ki gizlinin ömrünün kısalığı, gizlenmesine değmiyor. Hem o nasıl bir gizliliktir ki bilinmiş olsun? Bilinen şeyin saklısı, gizlisi mi olurmuş?
Gizli olarak bilinen mason örgütlerinin ipliği pazara çıkmadı mı?
İnsanın doğasında güce tapınma vardır. İnsanoğlu kafasında öldürdüğü Tanrı’nın yerine yeni bir güç keşfedip ona tapındı: O güç, her şeyi ama her şeyi satın alabilen paradan başkası değildi.
İşte paranın hüküm sürdüğü imparatorluğun tipik örneğini ABD’de görmekteyiz: Dünyanın en zengin 8 Yahudi ailesinin yönetiminde ve yönlendirmesinde olan bu devletin yönetim ve yönlendirmesinde de hemen hemen bütün dünya devletleri...
Bu da demektir ki İsrail’in arkasında ABD’nin olmasından ziyade, ABD’nin arkasında İsrail vardır.
Osmanlı sofrasını yağma-layan istilacı güçlerin ne kendileri rahat etti ve ne de aleme huzur verdiler. O gün bugündür, Osmanlı bakiyesi toprak üzerinden kan, gözyaşı ve ah-ü figan eksik olmadı, olmuyor.
Orta-Doğu’ya, Kafkaslara, Balkanlara ve Osmanlının renginin ve kokusunun sindiği tüm coğrafyalara bakın; ya vampir gibi emilip sömürülmekteler, ya da en ufak bir direnme hallerinde, üzerlerinden silindir gibi geçilmekte, kendilerine işkence ve vahşetin her türlüsü uygulanmaktadır.
AB ülkesi olan ve Batı medeniyetinin kadim beşiği olan Yunanistan, Batı Trakya’da kendi halinde yaşamakta olan bir avuç (150 bin) Türk’ün varlığına tahammül edemiyor; kendi vatandaşı olan bu azınlığın en tabii hakkı olan insan haklarını ellerinden alıyor. (Baskılardan bunalan Türkler, Lozan’la birlikte 700 bin iken, göç ede ede bu rakama düştüler)
Düşünün; Yunanistan, yedi asra yakın bir zamandır o topraklarda yaşayan Müslüman Türklere Türk demiyor, diyemiyor; Müslüman azınlık demekle yetiniyor. Sivil toplum örgütünün tabelasındaki Türk kelimesini, yasaklayıp indirtiyor.
Oysa ki Batı Trakya Türkleri ile İstanbul’daki Rumlar, Lozan Antlaşması’na göre aynı haklara sahip. Gelin görün ki, Yunanistan bu antlaşmayı