'Zorba (ceberut) devlet' anlayışında bir bürokrasimiz mevcut. Baş belası bu bürokrasiyi biz Osmanlı’dan, onlar da Fransa’dan almıştı. Fransa ise mahut demokrasiyi Afrika’daki sömürgeleri için tasarlayıp uygulamaya koymuştu. Gayr-i insani gördükleri bu uygulamayı daha sonra kaldırmıştı.
Biz ise son iki yüz yıldır yakalandığımız bu hastalığın müptelası olduk. Zira bu hal, vatandaşıyla arası olmayan, vatandaşına tepeden bakan ve onu insan yerine koymayan devletin arayıp da bulamadığı bir yoldu.
Halkına tahakküm eden ‘zorba devlet’, insan-yetki ilişkisindeki psikolojiyi kullanarak, kendini erişilmez, halkı ise devlet kapısında sürünen ‘sürü’ olarak konumlandırdı.
Oysaki devletler vatandaşları için vardır; amir millettir, devlet ise garson hüviyetinde olmalıdır. Bizde, vatandaş insan sayılmadığından, onun beyanı esas alınmıyor. Ya yalan beyanda bulunursa denilip, milyonlarca dürüst vatandaş, üç beş yalancıya, sahtekâra, düzenbaza mahkûm ediliyor.
Devlet böyle yapmakla sahtekârın, düzenbazın, yalancının işlerinin aksadığını mı zannediyorsunuz? İşi aksayan dürüst vatandaş, yalancı ve sahtekârlar ise her zaman ve her ortamda bir yolunu bulup işlerini görüyor, gördürüyor.
Bürokrasi denilen
AB seren-camımız inişli çıkışlı devam ediyor. Müzakereler kâh kesiliyor, kâh ivme kazanıyor.
Mahut netameli ortamda AB bizi suçladı, biz AB’yi suçladık. Sonuçta iki taraf da suçlamalarla bir yere varılamayacağını gördü. Zira taraflar çok iyi biliyor ki Türkiye Avrupa’sız, Avrupa Türkiye’siz yapamaz.
Türkiye dış politikasında çok yönlü olmak ve sahip olduğu her enstrümanı kullanmak zorundadır. Üç kıta yedi iklimde hükümran olmuş bir imparatorluğun vârisleri olarak bir köşede sıkışıp, kendi halimizde kalamazdık, kalamayız.
Tarih ve coğrafyamız bizi buna zorlamaktadır.
Daha da önemlisi, Türkiye’nin şahsiyetli bir dış politika sürdürme zorunluluğu vardır. Aksi halde, onun bunun maskarası oluruz!
Şahsiyetli demek, kibirlenmek ve kendini dev aynasında görmek değildir. Uluslararası münasebetlerde mütekabiliyet esasını (eşit statü) gütmek demektir. Sık sık ifade edildiği şekilde, ‘diklenmeden dik durmak’.
Avrupa’nın ve bir kısım ülkelerin Türkiye’ye mütekabiliyet esasına göre baktığı söylenemez.
Daha açık ifadesiyle söyleyelim; şimdiye kadar politikayı onlar belirler, biz uygulardık.
Yemeyip içmeyip, ülkesini sürekli batıya gammazlayacak! Bununla da yetinmeyecek; akla hayale gelmedik iftiralarda bulunacak ve utanmadan bu rezil hali de ‘erdem’ diye yutturmaya kalkışacak!
Gazetecilik erdemiymiş!
Hadi oradan!
İki tane MİT TIR’ı için ortalığı velveleye verecek ve dünyayı ayağa kaldırmaya çalışacaksın; ABD’nin, bütün dünyanın gözleri önünde terör örgütlerine verdiği binlerce TIR’lık silah ve mühimmatı görmezden geleceksin!
Yahut görüp de ses çıkarmayacaksın!
Üstelik ABD’nin verdiği vermekte olduğu o silahlar sana, senin ülkene karşı kullanılacak.
Senin ülken varsa tabi!
Bizde, kendi ülkesini batılı ağa-babalarına gammazlama eylemi yeni olmayıp çok eskilere dayanır.
Güzel adam (Hasan Celal Güzel), güzel bir günde (mübarek üç ayların ilk gününde) Hakk’a yürüdü.
Onu 1977 yılında Zirai Donatım Kurumu Genel Müdür Yardımcısı iken tanıdım. Aynı kurumun mensubu olarak, 20’li yaşlarımda başlayan dostluğumuz bir ömür boyu sürdü.
Kabına sığmayan kişiliği, 73 yıllık ömrünü inişli çıkışlı, renkli ve dopdolu kıldı.
Başbakanlık müsteşarlığı, milletvekilliği, bakanlık ve siyasi parti genel başkanlığı gibi çok netameli görevleri çok üstün bir gayret ve başarıyla sürdürdü.
Bu güzel adamın 73 yıllık ömrü, gecesi ve gündüzünün her saniyesiyle vatanına ve milletine adanmıştı. Mesaisi sabahın 08’inde başlar, ertesi günün sabahına kadar (04, 05, 06) devam ederdi.
Gözü kara ve cesurdu; tehlikenin gözünün içine bakar ve gözünü budaktan esirgemezdi.
Devlet malını ‘beyt-ül mal’ görür; şahsına yapılan hediyeleri bile demirbaşa kaydettirirdi.
Bu yüzden dünyadan, dünya malı olarak bir dikili çubuğa sahip olmadan, ‘Tank Hasan’ cüssesine rağmen kuş misali uçarak gitti.
Türk askeri, tarihte emsali görülmemiş başarılı bir harekâtla Afrin’e girdi. Dost düşman herkes böylesine üstün bir muharebe yeteneği karşısında parmak ısırdı.
Nasıl ısırmasın ki? ‘Girilemez’, ‘geçilemez’ denilen tahkimatlar (devasa tünel ve hendekler), Mehmetçik’in çelik iradesi karşısında kar gibi eridi ve dikkat edin, bir tek sivilin burnu kanamadan şehir zapt edildi.
Dışarısı da bir kısım içeridekiler gibi Afrin’e girmemizi istemiyordu. Etrafını kuşatıp öylece beklemeliymişiz! Zira içeride büyük tehlike varmış; 10-15 bin dolayında terörist, son model ABD menşeli silahlarla konuşlanmışlar, yaklaşanın dumanını attırırlarmış!
Türkiye, Afrin batağına saplanıp, büyük zayiatla içeriye ve dışarıya rezil olmamalıymış!
Bütün bu şom ağızlar, sahibinin sesi olarak, Türk’e kefen biçenlerin borazanlığını yaparken gerçekte öz ciğerlerinin ufunetini kustular ve hâlâ daha kusmaktalar!
Kahraman Mehmetçik Afrin’in burcunda dalgalandırdığı ay yıldızlı bayrakla hepsinin ağzının payını verdi ve daha da vermeye devam edecek.
Nazlı Türk bayrağının gölgesinde Afrin semaları komanda marşıyla inlerken bizler sevinç gözyaşı döktük ve Rabbimize hamd ettik.
Ama gelin görün ki bizimle dost ve müttefik gözüken ve
Türkiye’miz, geçen asrın başlarında kendisine oynanan oyunun aynıyla karşı karşıyadır.
Yine yedi düvel karşımızdadır ve yine ittifak halinde düşmanların hedefi Türkiye’yi bölmek ve her bir parçasını kendi hegemonyalarına almaktır.
Dün olduğu gibi bugün de Mehmetçik destan yazıyor.
Zeytin Dalı Harekâtı’yla sergilenen kahramanlık, Çanakkale ruhunun yeniden şahlanışının bir ifadesidir. Mehmetçik adeta iğne ile kuyu kazar gibi, sabırla ve inatla adım adım ilerleyerek Afrin’e Türk bayrağını dikti.
Bir ve beraber olup, milletçe yüreklerimiz toplu vurduğunda neleri başarabileceğimizi dost ve düşman tüm dünyaya gösterdik ve göstermeye
devam ediyoruz.
Enva-i çeşit terör örgütleri ve onların ağa-babaları olan müttefik şer güçlerin her biri el ele vererek üzerimize çullanıyorlar. Kahpe planlarını önce, ülke topraklarımızın içinde (Güney Doğu Anadolu) denediler.
Mehmetçik’ten ‘Osmanlı tokadı’nı yiyince planı değiştirdiler.. İçeride başlarına yıkılan barikatları ve hendekleri bu kez, sınırın öbür tarafında inşa edip Akdeniz’e uzanan bir terör koridoru oluşturarak başımıza bela etmek istediler.
Hıristiyanlık’ta reform oldu, İslamiyet’te neden olmasın diyenler var. Üstelik bunu dillendirenlerin çoğunun dinle, diyanetle bir ilgisi yoktur.
İnsan bilmediğinin düşmanıdır; biz, öncelikle dinimizi bilmiyoruz ve bilmediğimiz dinimizin düşmanı olduğumuzdan bu denli hezeyanlar kusuyoruz!
Malum: İslamiyet, Allahü Teâlâ’nın insanlığa, onların dünya ve ahiret saadetlerini temin maksadıyla gönderdiği son ve en mütekâmil dindir. Kitabı Kur’an-ı Kerim, peygamberi son ve en üstün peygamber olan Hz. Muhammed’dir (aleyhisselam).
Kur’an-ı Kerim’in tek bir harfinin bile değişmeden kıyamete kadar devam edeceği ve koruyuculuğunu da bizzat Allahü Teâlâ’nın yaptığı ve yapacağı ilahi bir vaattir.
Kur’an-ı Kerim Cebrail isimli melek tarafından Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla indirilmiştir. Hz. Peygamber Kur’an’ın ayetlerini bizzat açıklamıştır. Onun bu açıklamalarına hadis-i şerif denir.
Kur’an-ı Kerim’in belli başlı kısımları: İtikat (inançlar), İbadetler, Muameleler, Cezalar, Ahlak ve Kıssalardır.
Kur’an-ı Kerim’de açıkça bildirilen hükümlere ‘nas’ denir. ‘Mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur’ (Mecelle). Yani bir mesele hakkında ayet ve hadiste kati bir beyan varsa bu asıldır ve bunun hakkında akıl
Ağzı olan konuşuyor. Hele de konu din olunca dinli olsun, dinsiz olsun; konuya vakıf olsun olmasın, önüne gelen konuşuyor ve ahkâm kesiyor.
Bunun sebebi, Sayın Cumhur-başkanı’nın son günlerde dillendirdiği ve çeşitli tartışmalara yol açan sözleri değildir. Asıl sebep çok derinlerde olup, dinli dinsiz hemen her kesimdeki hadsizliktir.
Halbuki bizim dinimiz, bu hususta hükmünü vermiş ve son noktayı koymuştur: ‘... SİZİN DİNİNİZ SİZE, BENİM DİNİM BANADIR!’
Elifi görse mertek zanneden cahil cühela takımı, eline kalem verildi veya ekrana çıkarıldı diye, kendileri dini konularda otoriteymiş gibi hükümler verip ortalığı kirletiyorlar.
Cerrah olmayan, sıradan bir insanın eline neşter tutuşturulup ameliyat yaptırırsanız, o hastayı öldürürsünüz. Aynı durumu din konusunda yaparsanız, yaptırırsanız, bir insanı değil, binlerce insanı manen öldürür ve onların ebediyetlerini mahvedersiniz.
Ayeti celilede mealen: ‘... Bugün size dininizi ikmal ettim, tamamladım. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslamiyet’i seçtim, beğendim’ buyurulur.
Devlet ve millet hayatımızda dün olduğu gibi bugün de başta din olmak üzere hemen her konuda çeşitli badireler atlattık.
Son Türkiye Cumhuriyeti’ni