CHP’nin, günlerdir sözde gizlenen ve açıklandığında rakiplerini çıldırtacak Cumhurbaşkanı adayının ismi Muharrem İnce olarak açıklanınca; hemen herkesin ortak kanaati; ‘dağ fare doğurdu!’ oldu.
Malum; haftalar boyu ‘çatı aday’ üzerinde çalışılmış; bulundu zannedilen Abdullah Gül projesi fos çıkınca; derin hayal kırıklığı içindeki partiden homurtular yükselmiş ve adayın mutlaka CHP’den olması gerektiği vurgulanmıştır.
İktidar alternatifi olan ana muhalefet partisinin; bu denli hayati bir konuda kendisini edilgen kılması ve Cumhurbaşkanı adayını başka kapılarda araması, doğrusu anlaşılır gibi değildi.
Kılıçdaroğlu, ‘Gül’ projesi ile aklı sıra; iktidar partisinin oylarını devşirecekti. Halbuki ‘Gül’ projesine CHP’lilerin büyük çoğunluğu oy vermeyecek ve pirince giderken evdeki bulgurdan da olunacaktı.
Mesele sonunda; ‘Gül’ olmadı, Muharrem İnce verelim! şeklinde noktalandı.
Yeni sistemde ülkeyi, halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanı yönetecek; zira Bakanlar Kurulu’nu (hükümet) bizzat Cumhurbaşkanı belirleyip atayacak.
Ülke yönetimini partideki bir arkadaşına bırakan bir siyasi, kendi partisinin genel başkanlık koltuğunu ne kadar devam ettirebilir?
İçimizde hâlâ 24 Haziran seçimlerinin ne manaya geldiğini ve bu seçimlerin ülkemize neler getireceğini bilmeyenlerimiz var.
Cumhuriyet kurulduktan sonra yapılan onca seçimin içinde en önemlisi 24 Haziran seçimleridir. Çünkü bu seçimler ülkeye kulvar (yarış şeridi) değiştirecek, ülkeyi kara tren yolundan hızlı tren yoluna sokacaktır.
Malum, 1946 yılına kadar tek partili bir sistemle idare edildik. 46’da çok partili sistemle birlikte parlamenter modeli benimsedik. Tüm bunlar halka sorulmadan (tepeden dayatılarak) yapıldı.
Tek partili ve çok partili parlamenter sistemi bir asra yakın bir müddettir denedik. Bunca zaman içerisinde ne badireler atlattığımız cümle âlemin malumudur.
Bu müddet zarfında üç askeri darbe olmuş, bir başbakan ve iki bakan idam edilmiş, iki defa sil baştan anayasa yapılmış, yetmemiş, mahut anayasaların onlarca maddelerinde değişikliğe gidilmiş.
28 Şubat ‘postmodern’ darbesi yaşanmış, halkın seçtiği iktidar alaşağı edilmiş, 27 Nisan muhtırası verilmiş ve tek başına iktidarda olan bir partiye kapatılma davası açılmıştır.
Sonuç olarak, vesayet altındaki parlamenter sistemin bir hayrını görememişiz. Bir ileri gitmişsek, iki geride kalmışız.
Halkımıza mahut vesayet rejimi bi
ABD Başkanı Trump dünyayla sürekli dalga geçiyor. Koskoca dünyayı attığı tweet’lerle idare ediyor.
Rusya ile savaşacağını ileri sürerek, rubleyi yerlerde süründürüyor; onlarca Rus firmasını iflas ettiriyor. Trump’ın bu denli çılgınca çıkışlarından yalnız Rusya değil, diğer ülkeler de etkileniyor.
Bir dediği diğerini tutmuyor, bazen de ne dediğini kendi de anlamıyor; anlaşılmıyor.
Sözde masraf ettiği yedi trilyon doları diline dolayarak, Suriye bataklığından çekileceğini açıkladı. Blöfün bu kadarı da pes dedirtti.
Yahu! Seni dün Irak’a, bugün Suriye’ye davet eden mi vardı?
Seni Ortadoğu bataklığına iten adamlardan bir tanesini bugün ülkenin savunmadan sorumlu mevkiine taşıdın.
(R. Bolton)
Dünya âlem biliyor ki sen Ortadoğu’da mahut yerleri sömürmek, enerji kaynaklarına hükmetmek ve İsrail’in güvenliği için varsın. Bu cümleden olarak, ABD Savunma Bakanlığı CENTCOM komutanı Votel’i İsrail’e gönderdi.
En asgarisinden vefa; ‘kardeşim Abdullah’ın karşılığı olarak, ‘kardeşim Tayyip’ ifadesini gerektirir değil midir?
‘Vefa’nın İstanbul’da yalnızca bir semtten ibaret kaldığını söylerlerdi de inanmazdık. Meğerse ne kadar doğruymuş.
Gençlik yıllarımızda MTTB’li günlerimizden beri tanıdığımızı zannettiğimiz ve ‘gönüldaş’ bildiğimiz 11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ü hayret ve üzüntüyle izledim.
İsminin etrafında haftalardır ileri geri konuşulmasına üzülüyor; neden çıkıp da, bunları susturmadığına şaşıyordum. Meğerse söylenenler doğruymuş ve kendisinin de itiraf ettiği gibi; ‘geniiiiş bir mutabakat’ arayışıyla saman altından su yürütülüyormuş!
İnsanoğlunun çiğ süt emdiğini biliyor ancak kendisine bahşedilen erdemlerle; zamanla gelişeceğini, pişeceğini, yanacağını ve en sonunda ‘kubbede hoş bir seda’ bırakarak gideceğini zannederdim.
Kendisi de söyledi: ‘...bir faninin ulaşabileceği tüm mevkilere ulaşmış vaziyetteyim ve bunlar geride kalmış şeyler...’ İyi de; bütün bunlara nasıl kavuştun; muhasebesini yaptın mı?
Ulaştığın Cumhurbaşkanlığı makamını, sana altın tepsi içinde sunan bizzat Sayın Erdoğan değil miydi? Bu denli bir özveriye minnettarlık duyup teşekkür edeceğinize, onun karşısında
Her çeşit dava, kendisine gönül veren gayretli insanların omuzları üzerinde yükselir. Diğer bir ifadeyle, hangi dava olursa olsun, onu kuvveden fiile çıkaracak olan, o davanın yılmaz bekçileridir.
Malum, Cumhurbaşkanlığı makamı, 2007 yılında altın tepsi içinde Sayın Tayyip Erdoğan’a sunulmuştu! Hiçbir faninin elinin tersiyle itemeyeceği bu yüce makamı dava adamı olan Sayın Erdoğan itti ve “Benim, bizim Cumhurbaşkanı adayımız kardeşim Sayın Abdullah Gül’dür” dedi.
Oysa o Abdullah Gül, vesayet odaklarınca ‘özde Atatürkçü!’ bilinmiyor ve mahut kesimler onu o yüce makama layık görmüyordu. Sayın Erdoğan iktidardaki partisinin kapatılması pahasına bu riski göze aldı ve dava arkadaşı bildiği Sayın Abdullah Gül’ü o makama çıkardı.
Dava adamı olabilmenin, sanıldığından fazla olmazsa olmazı vardır.
Bunların başında ihlas, yani davasında samimi olmak gelir. Dava adamı, öyle üzümün sapına armudun çöpüne bakmaz; resmin büyüğüne, tamamına bakar.
Dava adamı, davası için vardır. Bunun tersi olan, davaları kendileri için olanlar, nefislerine tapan zavallılardır. Zira dava adamı, davasına gelen musibeti tehlikeli ve zararlı görür, nefsine karşı yapılanlara ise, gülüp geçer.
Dava adamı, davası uğruna
Hiç kimse sıkıyönetimle veya olağanüstü halle yönetilmenin meraklısı değildir.
AK Parti iktidara gelinceye kadar, ülkemizin Güneydoğu Bölgesi seneler senesi olağanüstü halle idare ediliyordu. Daha işin başında (seçimlere 5 yıl varken) iktidarın ilk yaptığı iş, olağanüstü hali kaldırmak olmuştu.
İçimizdeki bir kısım şuursuzlar farkında olmasalar da Türkiye’miz, tarihinde bir örneği olmayan iç ve dış yıkım tehditleriyle karşı karşıyadır.
Malum, vaktiyle (1920) TBMM açılmış, bundan üç sene sonra Cumhuriyet ilan edilmişti. Bu üç sene zarfında ülkemiz insanı Kurtuluş Savaşı verdi. Savaşı yürüten Meclis’in adı bu yüzden “Gazi Meclis” olmuştur.
Kararların süratle alınabilip yürürlüğe konulması için, bu Meclis ne yaptı biliyor musunuz? Meclis tüm yetkilerini (üç aylık süreyle) başkanına (M. Kemal’e) devretti.
İnanın bu günkü halimizin o günden aşağı kalır yanı yoktur. Üstelik bu günkü düşman, devlet ve millet bünyelerimizi içeriden kemiriyor. Yani çok daha sinsi ve çok daha beter.
Çünkü bu günkü düşmanlığın tarihte örneği yok.
Ve yine inanın; ülke olarak ikinci bir kurtuluş savaşı veriyoruz. Tarihte hangi ülke böylesine yıkıcı bir tehditle karşı karşıya kalmıştır? Vali, kaymakam, emniyet müdürü,
Demokrasi tarihimizde; ‘bir Özal vardı diyeler..’
Dedik, diyoruz ve kendisine sonsuz rahmetler diliyoruz.
Malum; vesayet altında olan ve ağır aksak işleyen bir demokrasiye sahiptik. Bir-ikisi dışında gelip geçen tüm siyasi liderlerimiz, idare-i maslahatçı olup; etliye-sütlüye karışmadan patinaj yaparak gittiler.
Merhum Özal ise, farklı bir kişilikti. Özel sektörde, askerlerle ve siyasilerle en üst düzeyde çalışarak; sistemi, sistemin köreltilen noktalarını yerinde gördü.
Siyasilerle el ele vererek, mahut aksaklıkları yenmek için çok uğraştı; lakin birlikte çalıştığı siyasilerde gerekli mücadele ruhunu göremeyince bizzat siyasete girdi.
İhtilal sonrası (1983) yapılan ilk seçimlerde partisi tek başına iktidar oldu.
Devraldığı Türkiye her yönüyle içine kapalı bir rejimdi. Yurt dışına çıkmak isteyenler dövizi (100, en fazla 200 dolar) yalnızca Merkez Bankasından temin edebilirdi. Türk Parasını Koruma Yasası adı altında bir kandırmaca vardı; cebinde yabancı para taşımak eroin taşımakla aynı derece suçtu.
Türk iş dünyası ihracat nedir bilmezdi. Parada resmi kurla piyasa kuru arasında yüzde elli fark vardı. Turizm, turist, turistik tesis, tatil köyü, beş yıldızlı otel, tur, tur operatörü gibi
Seçimlere bir buçuk sene varken, iki ay sonrası için alınan seçim kararı, erkenden ziyade, baskın seçim demektir.
Sayın Bahçeli, bir gün önce grupta yaptığı ‘sürpriz’ konuşmayla erken seçimin işaret fişeğini ateşlemişti ama doğrusu, hiç kimse bir baskın seçimi (iki ay sonrasında) beklemiyordu.
Seçim tarihinin açıklandığı gün, Meclis Olağanüstü Hal’i üç ay daha uzattı.
Muhalefet patileri belli ki bu baskın seçim açıklamasıyla zamansız yakalanmanın telaşındalar. Seçimlere zoraki evet diyorlarsa da Olağanüstü Hal içinde seçimlere gitmeyi içlerine sindiremiyorlar.
Olağanüstü Hal içinde yapılacak seçimlerin adil olamayacağını vurguluyorlar.
Seçimlerin şaibeli olacağını ve bu durumun Türkiye’ye yakışmayacağını ileri sürüyorlar.
Mevcut iktidar onca seçim yaptı; bunlardan hiçbirini olağanüstü şartlarda yapmadı. Hepsini de kazandı. Demek ki Olağanüstü Hal’de yapılacak seçimlerin iktidar partisine bir avantaj sağlamıyor.
Ülke olarak olağanüstü bir süreçten geçmekte olduğumuz ise apaçık ortadadır. Hem öylesine ortadadır ki bu sıkıntılı sürecin varlığı erken seçimi zorunlu kıldı.