Alice Miller, “Yetenekli Çocuğun Dramı” adlı nefis kitabında, çocuklukla yetenek arasındaki ilişkiyi sorgularken çok hüzünlü bir Ingmar Bergman hikâyesi anlatır. İnsan ruhunun sinemadaki kâşiflerinden olan Bergman, aşağılanmanın ona uygulanan terbiyenin temel öğesi olduğunu söyler. Sözgelimi çocukluğunda altını ıslattığında utansın diye bütün gün onu kırmızı elbiseyle dolaştırırlarmış. Bergman’ın sürekli tekrarlanarak bütün çocukluğuna yayılan bir diğer sahneyi ise şöyle tanımlar Miller: “Ağabeyi babası tarafından sırtına kamçıyla vurularak cezalandırılırken, annesi büyük oğlunun sırtını pamukla siliyor ve küçük Ingmar bir iskemlede oturup bunları izliyor.” Böylesi psikolojik şiddet gören bir yönetmen, yıllar sonra dünyanın en yaratıcı isimlerinden biri oldu. Peki ama nasıl? Miller’ın yanıtı çarpıcı: “Ingmar Bergman acılarıyla başa çıkmak için ‘kaydırma’ ve ‘inkâr’ mekanizmalarından başka bir imkâna daha sahip olan bir kişidir, birçok film yaparak karşı koyduğu bu türden duygularını bu filmleri aracılığıyla seyircilere aktarabilmiştir. Dolayısıyla, onun böyle bir babanın oğlu olarak o zamanlar açıkça yaşayamadığı fakat içinde saklı tuttuğu duygularını bizler sinemada seyirci olarak içimizde duyabiliriz. Beyaz perdenin önünde bir zamanlar onun çocukken iskemlesinde oturduğu gibi oturur, babanın ‘kardeşimize’ yaptığı zulümle yüz yüze gelir ve bütün bu barbarlığı tüm duygusal kapsamıyla birlikte içimize sindiremeyeceğimizi ya da belki sindirmek istemediğimizi hissederiz.”
Geçen hafta vizyona giren Herman Vaske’nin “Neden Yaratıcıyız?” belgeselini izlerken Bergman’ı hatırladım. Vaske belgeselde her biri alanında yaratıcı işlere imza atmış insanlara soruyor: “Neden yaratıcısınız?” Soru sorduğu kişiler bir rüya takımı aslında. Kimler yok ki içlerinde: David Bowie, Ai Weiwei, Björk, Wim Wenders, Philippe Stark, Yoko Ono, David Lynch, Angelina Jolie, Quentin Tarantino, Bono, Nick Cave, Stephen Hawkins...
Onların yaratıcılıklarının kaynağında Bergman’ınki gibi sert bir hikâye yok ama verdikleri cevaplar bir o kadar çarpıcı. Performans sanatının en yaratıcı isimlerinden Marina Abramoviç, mükemmelin peşinde olan annesinin bir kızgınlık anında kafasına kül tablası fırlattığını söylüyor ve ekliyor: “Yaratıcılığımı bu yetiştirilme şekline borçluyum. Çünkü çok büyük bir irade gücü gerektiriyordu. Amaç ve fedakârlık gerektiriyordu”. Doğuştan geliyor olmasın? Yaratıcılığın sınırlarını zorlayan ünlü mimar Zaha Hadid buna inanmıyor: “Fikir geliştirmek için çok çalışmalı. Yaratıcılık fikirlerle alakalıdır. Fikir üretme repertuvarı geliştirmelisiniz.”
Yaratıcı yönetmenliğin ustalarından Tarantino’nun görüşüyse şöyle: “Yaratıcılık Tanrı’nın bana verdiği bir armağan. Hak etmek için bu armağanla bir şeyler yapmamız gerekiyor”. Felsefenin üstatlarından Zizek’e göre yaratıcılık “Fikirleri forma sokmak” demek. Yaratıcılığı heykel formuna sokan Jeff Koons ise, yaratıcılıkta kullandığı araçları şöyle sıralıyor: Ruhanilik, psikoloji, arzu, cinsellik. David Bowie’nin tanımı ilginç: “Yaratıcı olmak, insanların uğraştığı onca şey arasında uçağını düşürüp sonra enkazdan canlı olarak ayrılabileceğin tek alan. Entelektüel bir macera alanı gibi”. En sevdiğim cevap
ise Haneke’den geliyor:
“Birisi kırkayağa neden yürüdüğünü sormamalı. Çünkü o zaman kafasının üstüne düşer. Gustav Mahler’in bir örneği var. Freud’a gidip analiz edilmek istedi. Freud dedi ki, bırak yoksa yaratıcılığını kaybedeceksin. O yüzden bu soru yaratıcılık süreci için ölümcül olabilir”.
Gerçekten yaratıcılık üzerine çok ufuk açıcı, birbirinden yaratıcı insanları aynı belgeselde görmenin heyecanını yaşatan şahane bir yapım “Neden Yaratıcıyız?” İzlemenizi çok isterim.