CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Batman’da sarf ettiği, “Toplumsal barışın bir parçası olacaksa genel affa evet deriz” sözleri tartışma yarattı. Af hassas bir konudur. Çabuk gündem oluşturur.
Genel aftan kastedilen, PKK’lıların affedilmesidir. Bu zaten PKK ve siyasi temsilcileri tarafından sürekli gündemde tutuluyor. BDP’nin de PKK’nın da taleplerinin başında geliyor. BDP’nin beklediği, affın Abdullah Öcalan’ı da kapsayacak kadar “genel” olmasıdır.
Kılıçdaroğlu’nun sözlerine, tahmin edileceği gibi ilk destek BDP sözcülerinden geldi.
CHP lideri Deniz Baykal ise karşı çıktı. Kılıçdaroğlu’nun bu konuyu gündeme getirmesinin zamansız olduğunu ifade etti. Bir genel affa destek vermelerinin hangi koşullara bağlı olduğunu tekrarladı. Kılıçdaroğlu da, bugünkü koşullarda genel affın gündeme gelmesinin söz konusu olamayacağını belirten bir açıklamayla, Baykal’a katıldı.
Baykal söylemişti
Affı ilk telaffuz eden Kılıçdaroğlu değil. CHP lideri Baykal da, “gerekirse” diyerek aftan söz etmişti. Ancak, bazı koşullar öne sürmüştü: Terörün sona erdirilmesi, silahları teslim etmesi, bir daha teröre başvurmayacağı konusunda ikna edici taahhütlerde bulunması...
Elazığ’da 6.0 büyüklüğünde depremde 51 vatandaşımız yaşamını yitirdi. Can kayıpları, Elazığ’ın köylerinden...
Televizyona bağlanan yöneticiler ve vatandaşlar, can kaybının 51’de kalmasına şükrediyorlardı. Depremde yüzlerce, binlerce, on binlerce can kaybına alışmış olduğumuz için “Daha kötü olabilirdi” deyip, kandırıyoruz kendimizi...
Oysa, deprem yabancımız değil. En azından 1999 Büyük Marmara Depremi’nden bu yana, bilim adamlarımızdan artık öğrendik ki, Türkiye bir deprem bölgesi. Ve Doğu Anadolu fay hattı, İstanbul’a, Marmara’ya kadar uzanan 1000 kilometre civarında aktif bir hat. Bu hat üzerinde her an deprem olması muhtemel.
Depremi satıyoruz
Bu kadar büyük acılar yaşamış olmamıza rağmen, hâlâ etkin önlemler alamadığımızı Elazığ depremi gösterdi.
Ama depremi satmak konusunda başarılıyız! Hele İstanbul’da “Şu semt sağlammış” diye bir söylenti çıkarmayı başardığınızda, depremi satmanız kadar kolay bir şey yok. Nitekim satıldı da! Çıkan sahte haritalar üzerinde hangi semtlerde arsa ve ev fiyatlarının arttığını, hangilerinde düştüğünü, hangilerinin kapatılıp yüksek fiyatlarla satıldığını yerel yöneticilerimiz, emlakçılarımız, karaborsacılarımız biliyordur herhalde...
Korkulan oldu. Diyarbakır-Bursa maçı, çıkan olaylar nedeniyle oynanamadı. Hakemler maçı iptal etti.
Diyarbakırlı seyircilerin Bursasporlu oyunculara ve hakemlere attıkları cisimler yaralanmalara yol açtı. Gerginlik yükseldi. Yan hakemlerden biri yaralandı. Diyarbakırlı seyirciler maçı oynatmadılar.
Diyarbakır’ın böyle bir tepki vermesi güçlü bir olasılıktı. Bursa’da oynanan maçta da Diyarbakırlı oyuncular ve seyirciler, benzeri bir muameleyle karşılaşmışlardı. Bursa tribünlerinden “PKK dışarı” sloganları yükselmişti. Diyarbakır, konuk ettiği Bursa’ya misilleme yapmış oldu.
Daha önce Bursa’da, dün Diyarbakır’da yaşanan olaylar, maalesef futbolun ciddi bir siyasallaşma riski taşıdığını gösteriyor. Bu süreç, iki kentin takımları ve seyircileri arasındaki yerel bir rekabet değil. Doğrudan doğruya etnik ayrışmaya dayalı bir siyasal tepki niteliği taşıyor ki, asıl tehlikeli olan bu.
Sosyal doku zedelenirse...
Türkiye, uzun yıllar süren kanlı terör sürecinin sonunda, etnik bir ayrışmaya doğru sürüklendi. Güneydoğu, PKK ve onun siyasi alandaki temsilcileri tarafından “Kürt” kimliği etrafında şekillenen bir siyasal coğrafyaya dönüştürüldü.
ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde nefes nefese bir oylama izledik. Basket maçı izler gibi. Her dakika skor değişiyordu. Canlı yayında, “Bir evet oyu daha geldi, şimdi bir hayır oyu izledik” gibi haberlerle hop oturup hop kalktı Ankara...
Sonuçta Komite, Ermeni soykırım iddiasıyla ilgili tasarıyı, 22’ye karşı 23 oyla kabul etti. Komite Başkanı Howard Berman, tasarıyı geçirebilmek için oylamayı sürekli uzattı ve nihayet evet oyları hayır oylarını geçince, sonucu ilan etti.
Canlı saçmalık
Oylamanın canlı olarak televizyonlardan verilmesi aslında olayın saçmalığını da gözler önüne serdi. Görüldü ki, birçok Kongre üyesi, olaydan, sorundan bile haberdar değil. Danışmanlarıyla salona girip onların işaretine göre oy veren Kongre üyeleri gördük.
ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi üyeleri bir oy farkla Türklerin Ermenistan’a “soykırım” uyguladığına hükmetmiş oldular. Ermeni ve Türk lobilerinin karşılıklı mücadeleleri Ermeniler lehine sonuçlandı.
Bu oylama da gösterdi ki, bu tür iddialar parlamentoların işi değil. Siyasetçilerin vereceği kararlarla soykırım yapıldığına hükmedilemez. Yasayla soykırım tespiti olmaz.
Ergenekon süreciyle başlayan ve arka arkaya gelen soruşturma ve davalardan en fazla etkilenen kurumların başında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı geliyor.
Bu süreçte 7 deniz subayının intihar ederek yaşamına son vermeleri, Deniz Kuvvetleri’ndeki üzüntünün en büyük kaynağı.
Deniz Kuvvetleri’ni etkileyen diğer faktör halen görevde olan çok sayıda amiralin bu süreçte gözaltına alınmış, tutuklanmış veya ifadelerinin alınmış olması.
Amirallerin durumu
Kara Kuvvetleri’yle kıyaslandığında Deniz Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri’nden amiral ve general sayısı oldukça sınırlı.
Deniz Kuvvetleri’ndeki duruma yakından bakalım:
Bumhurbaşkanı Abdullah Gül, dün, CHP lideri Deniz Baykal’la Köşk’te görüştü. Görüşme 1 saat 40 dakika sürdü.
Cumhurbaşkanı’nın, muhalefet liderleriyle görüşmesi anayasa değişikliği çalışmalarıyla ilgili. Gül’ün, bir uzlaşma zemini oluşturmak üzere hükümetin, yüksek yargı organı başkanlarının ve muhalefet liderlerinin görüşlerini öğrenmek için devreye girdiği biliniyor.
Baykal’a bilgi
Cumhurbaşkanı Gül’ün, CHP lideri Deniz Baykal’a esas itibariyle iki konuda bilgi verdiğini söyleyebiliriz. Birincisi, yüksek yargı organlarının başkanlarıyla yaptığı görüşmeler; ikincisi ise Başbakan Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’la gerçekleştirdiği üçlü zirve.
Gül’ün üçlü zirve konusunda Baykal’ı detaylı olarak bilgilendirdiği, Baykal’ın da hem üçlü zirve hem de yargıda yaşananlarla ilgili görüşlerini detaylı biçimde Cumhurbaşkanı’na sunduğunu söyleyebiliriz.
Genelkurmay Başkanlığı, “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”ndaki ıslak imzanın Albay Dursun Çiçek’e ait olduğuna ilişkin yeni deliller bulunduğunu açıkladı. Bu nedenle de Askeri Savcılığın kovuşturmaya yer olmadığına ilişkin kararını kaldırdığını duyurdu. Soruşturma yeniden başladı.
Ortaya çıkan deliller karşısında Askeri Savcılık, Albay Dursun Çiçek’in tutuklanmasını talep etti, ancak Askeri Mahkeme bu talebi reddetti. Şimdi soruşturma devam edecek ve büyük ihtimalle Askeri Mahkeme’de Çiçek aleyhine dava açılacak.
Genelkurmay Başkanı’nın konumu
Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, ıslak imzanın Çiçek’e ait olduğuna ilişkin deliller bulunduğunu kamuoyuyla paylaştı. Genelkurmay, bu gelişmenin üstünü örtmeye çalışmadı. Başbuğ, açık bir tutum izlemeye çalışıyor. Bu yaklaşım, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) inandırıcılığı açısından olumlu. Ancak, Başbuğ’un bu belgenin fotokopisine 8 ay önce verdiği sert tepki anımsanınca, yine de sıkıntılı bir durum olduğunu söylemek gerekir.
Başbuğ, bu belgenin fotokopisini değerlendirdiği basın toplantısında, “Kovuşturmaya yer olmadığına ilişkin karar kesin değildir, yeni bilgi ve belgeler ortaya çıkarsa elbette soruşturma yeniden
Hocaların hocası Prof. Dr. İhsan Doğramacı’yı son yolculuğuna uğurladık. Doğramacı, hak ettiği bir törenle uğurlandı. Kuşku yok ki, İhsan Doğramacı, eğitim dünyasında hep özel bir yere sahip olacak ve hizmetleriyle anılacaktır.
Doğramacı Hoca, uzun ömrünü, neredeyse son nefesine kadar eğitime adadı. Maddi ve manevi tüm varlığını eğitim için vakfetti. Ender görülecek, örnek bir eğitim gönüllüsüydü.
YÖK eleştirisi
Eğitim dünyamıza damgasını vuran en önemli isimlerden biri olarak tarihe geçen Doğramacı Hoca’nın en çok eleştirildiği dönem, YÖK yılları oldu. Hoca, bu dönemde özellikle kamuoyunda “1402’likler” olarak bilinen solcu öğretim üyelerinin üniversiteden atılmalarından sorumlu tutuldu. 12 Eylül sonrasında üniversitelere getirilen kılık-kıyafet-sakal düzenlemeleri nedeniyle eleştiri yağmuruna tutuldu.
Ancak Doğramacı, bu eleştirileri kabul etmedi. Bu uygulamaları üstlenmedi. Sorumluluğun 12 Eylül yönetiminde aranması gerektiğini savundu. Ayrıca, kılık-kıyafet-sakal yasaklarının da kendisine ait olmadığını, hatta aksini talimatlandırdığını da savundu.