Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a uygulanacak yaptırımlara “hayır” demekten başka seçeneği yoktu. Eğer, “evet” oyu verse veya “çekimser” kalsaydı, Tahran’da attığı imzayla çelişkiye düşerdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın son dönemde çizdiği imaj da yara alırdı.
İkincisi, İsrail’in Mavi Marmara saldırısından sonra Türkiye’nin Tel Aviv’le aynı tarafta yer alması çok zor olurdu. Türkiye’nin “hayır” demesinde Tahran’da attığı imza kadar İsrail’in saldırısının ve Washington’un beklenen tepkiyi vermemesinin de etkili olduğunu düşünmek gerekir.
Üzüm yemek
Ankara’nın, Tahran’ı uranyum takasına ikna etmesi, Batı dünyasının amaçlarına ters düşen bir sonuç değildi. Ankara da Batı dünyası gibi İran’ın nükleer silah üretmesine karşı. Hatta komşu ülke olarak İran’ın nükleer silaha sahip olmasından diğer ülkelere göre en fazla etkilenecek ülkelerin başında geliyor. Tahran’ın elinde nükleer silah olması Türkiye başta olmak üzere bölgedeki dengeleri altüst edecek bir gelişme olur.
Bu bakımdan Ankara’nın, İran sorununu diplomatik yollardan çözmeye çalışması, Tahran’ın nükleer silah edinmesine destek vermek anlamına gelmez.
O halde, eğer amaç bağcı dövmek değil de üzüm yemekse,
Anayasa Mahkemesi, CHP’nin öncülüğünde açılan iptal davasını karara bağlayacak. Bu aşamada dosya, raportörün incelemesinde. Raportör, raporunu teslim ettikten sonra Yüksek Mahkeme davayı görecek.
Anayasa Mahkemesi’nin vereceği muhtemel kararlar ve sonuçları neler olur? Bu sorunun yanıtı, siyaseti de önemli ölçüde etkileyecek.
CHP’nin talepleri
CHP öncülüğünde açılan iptal davasında üç talep yer alıyor:
1- Anayasa değişikliklerinin oylanmasında gizlilik kuralına uyulmamıştır, bu nedenle paketin tümünün iptal edilmesi gerekir.
2- Değişikliğin Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın yapısını düzenleyen maddeleri, Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesine aykırıdır, bu nedenle değiştirilmesi teklif edilemez maddeleri düzenleyen 4. maddeye aykırılık oluşturmaktadır.
Anayasa Mahkemesi, anayasa değişikliği paketiyle ilgili olarak CHP’nin öncülüğünde açılan iptal davasını kabul etti. Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliğiyle ilgili yetkisi ve kararları genellikle tartışma konusu oluyor.
Tartışmaların başında Anayasa Mahkemesi’nin bu değişikliklerin esasını inceleme yetkisi olmadığı, sadece şekli açıdan denetleyebileceği hatırlatılıyor.
Bu bağlamda Anayasa Mahkemesi’nin verdiği esastan inceleme kararları da karıştırılıyor. Bu kararlara, Anayasa Mahkemesi’nin esastan inceleme yetkisi yoktur diye itiraz ediliyor.
Anayasa Mahkemesi, iki evrede inceleme yapıyor:
İlk inceleme
Anayasa Mahkemesi, önüne gelen dosyayı önce, “dosyanın şekil şartlarına uyup uymadığı” açısından incelemeye tabi tutuyor. Bunun anlamı, söz konusu dosyanın, yeterli sayıda milletvekilinin imzasını taşıyıp taşımadığı; TBMM Başkanı’nın her sayfada onayının bulunup bulunmadığı, milletvekillerinin isimlerinin doğru yazılıp yazılmadığı, aykırılık iddialarının açıkça yer alıp almadığı gibi hususların incelenmesi. Eğer dosya, bu hususlar açısından eksiklik taşımıyorsa, Anayasa Mahkemesi ilk inceleme devresini tamamlıyor. Ve davanın görülmesine karar veriyor.
CNN Türk’teki Ankara Kulisi programımızda konuk ettiğimiz Mehmet Ali Bayar, “Filistin sorunu Ortadoğu’daki tüm sorunların anasıdır. Bu sorun çözülmeden diğer sorunlar da çözülemez” dedi.
Bayar’ın bu saptamasına, eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış ve CHP’den Onur Öymen de katıldılar. Yakış, Filistin sorununun çözümüne yaklaşmak için önce Gazze sorununun çözülmesi gerektiğini; Öymen ise Filistin sorunu dahil Ortadoğu’da sorunların çözümünde anahtarın demokrasi olduğunu vurguladı.
Bugün siyasi kimlikleri de olan bu üç değerli diplomatımızın birbirini tamamlayan saptamaları ve önerileri, üzerinde durulmaya değer önem taşıyor.
Sorunların anası
Bayar’ın dediği gibi Ortadoğu’da gerçekten barış ve demokrasi kurulmak isteniyorsa öncelikle Filistin sorununun adil bir biçimde çözülmesi gerekiyor. İsrail’in de bu gerçeği görmesi gerekli.
Nitekim İsrail’in Oslo sürecinde olduğu gibi adım attığı dönemlerde, sorunlar hafifliyor. Ancak bundan uzaklaşıldığında ağırlaşıyor.
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, Mavi Marmara gemisine saldıran İsrail askerlerinin gözaltına aldıkları yardım gönüllülerine işkence yaptıklarının ortaya çıktığını söyledi.
Çiçek, dünkü görüşmemizde şu bilgiyi verdi:
İşkence izleri açık
“İşin hukuki ve siyasi yönüne girmeden önce şunu söylemeliyim. Sayın Başbakan’la dün yaralıları hastanede ziyaret ettik. Anlattıklarını insanlığın, vicdanın kabul etmesi mümkün değil. Ciddi işkence görmüşler. Yaralarından, vücutlarındaki izlerden bu çok net görülüyor. İsrail bunu nasıl izah edecek, merak ediyorum. Biliyorsunuz birçok uluslararası kuruluş var. En küçük bir kuşkuda hemen Türkiye’ye gelir, inceleme yaparlar. Şimdi bu kuruluşların harekete geçmesini bekliyoruz. İşkenceyi Önleme Komitesi var, alt komiteler var. Bu kuruluşların, İsrail askerlerinin yaptığı işkenceyi görmeleri ve tespit etmeleri gerekir. İşkence bir insanlık suçudur.”
Türkiye doğru yaptı
PKK, terör eylemlerini artırdı. Bir ayda 35 şehit verdik. PKK ve BDP, terörün artacağı ve şehirlere yaygınlaşacağı yönündeki tehditlerini her fırsatta tekrarlıyor. Ardından da açılımdan, barıştan söz ediyorlar.
Peki hem terör hem tehdit hem açılım bir arada nasıl olacak? Bu soruya verecekleri mantıklı bir yanıt yok. Öyle anlaşılıyor ki, PKK teröre ve onu siyasal güç kaynağı olarak gören BDP de tehditlerine devam edecek.
Abdullah Öcalan da İmralı’dan çelişkili mesajlar verip duruyor. Muhataplık seviyesini beğenmiyor. Kendisiyle masaya oturulmasını istiyor. Terör artınca, “ben yokum” diyerek, sözde kenara çekiliyor.
Terör sürerken
PKK ve BDP’nin anlamak istemediği şu ki, terör eylemleri sürerken, ne açılım yapılabilir ne de çok istedikleri af gündeme gelebilir. Böyle bir ortamda hiçbir hükümet bu adımı atamaz.
Silah bırakmadan PKK’nın veya siyasi temsilcilerinin aftan veya barıştan söz etmeleri anlamsızdır. “PKK terör eylemlerine devam etsin, biz onlara karışamayız ama siz bizimle masaya oturun, anayasayı bizimle birlikte yapın, genel af çıkarın, vatandaşlığı yeniden tarif edin” gibi taleplerde bulunmanın inandırıcılığı ve ciddiyeti yoktur.
İsrail, Mavi Marmara gemisine yaptığı kanlı saldırıyla bir şey kazanmadı. Aksine çok şey kaybetti.
Sivil ve silahsız bir yardım gemisine tüm askeri olanaklarıyla saldıran İsrail askerlerinin dünyanın gözü önünde 9 sivili öldürmesi, onlarcasını yaralaması bir kahramanlık değildir. İsrail Başbakanı ve Savunma Bakanı, askerlerini kutlasalar da, dünya bu saldırının bir insanlık suçu olduğunu biliyor. İsrail’in savunmasına da kimse inanmıyor.
Neler kaybetti?
Bu kanlı saldırıyla İsrail’in kaybettiklerini sıralayalım:
1- Ortadoğu’da dostluğundan çok yararlandığı Türkiye gibi bir ülkeyi kaybetti.
2- Uluslararası toplum, İsrail’in insanlık ve hukuk tanımaz bir hükümet tarafından yönetildiğini gördü.
Ankara, İsrail’in Mavi Marmara yardım gemisine böyle kanlı bir saldırı yapabileceğini düşünüyor muydu?
Bu soruma Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, “hayır” yanıtını verdi:
- Böyle bir müdahaleyi beklemiyorduk, kimse beklemiyordu. Çünkü, her işin kuralı vardır. Hava sahanıza bir yabancı ülkenin savaş uçağı izinsiz girse bile hemen vurulmaz. Önce ne olduğu araştırılır. En fazla iki savaş uçağı kaldırırsınız ve yabancı savaş uçağını ya hava sahasını terk etmeye veya yere inmeye zorlarsınız, ama ne olduğunu anlamadan hemen vurmazsınız. Oysa sivil yardım gemisi olduğu bilindiği halde İsrail’in yaptığı müdahale kabul edilemez.
İsrail’in tutumuna bağlı
Bakan Gönül’e, Türkiye’nin İsrail’e karşı alabileceği yaptırım kararlarının neler olabileceğini de sordum:
- İlk adımda 4 ortak tatbikatı iptal ettik. İsrail’den aldığımız 4 Heron da test aşamasında. Onların tesliminde bir sorun çıkmaz. Başka da iptal edeceğimiz önemli bir işimiz yok İsrail’le. Birkaç küçük taşeron işi var, onlar da kayda değer işler değil. Tabii önce İsrail’in ve uluslararası kuruluşların tutumuna bakacağız. Ona göre Ankara da kararlarını uygular. Geçmişte de olmuştu. Rahmetli Ecevit zamanında da diplomatik