<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Tahtaravalliden çok bahseder olduk. Bir aşağı, bir yukarı. Şimdi ayaklarımız yere basıyor. Çünkü aşağıdayız. Teknik adamların mağlubiyetlerden sonra bilgilerini süslemelerine bayılıyorum. Ne kadar da güzel sözlerle açıklıyorlar mağlubiyetleri. Adeta parti kongresindeki muhalif siyasiler gibi. Öyle ki, "şu.. şu.. şu.. olmadığı için bu.. bu.. bu.. oldu" demeleri yok mu? Ayrıca "bu.. bu.. olduğu için de şu.. şu.. oldu" diyorlar. Eh teknik adamlar böyle diyorlarsa doğrudur. Acaba biz çizmeyi aşmadan bir şeyler söylersek kızarlar mı dersiniz? Tövbe, tövbe.
Oyuncularımız maçlardan evvel morallerini yükseltmek için yaptığımız şişirmelere rağmen neden karşı kaleye gideceklerine kendi kalemizde yığınak yapıyorlar ? Korkudan mı acaba? Teknik adamlar oyuncularımızın çok pas hataları yapıp, topu kaybettiklerini söylemiyorlar mı? Bu acaba karşı takımlarla mukayese edildiğinde kondisyonlarının daha az olmasından kaynaklanıyor olmasın. Bu durum adamların her yerde bitip, üstümüze gelince korkudan neme lazım deyip, topu bir an evvel ayaktan çıkarmaktan mı kaynaklanıyor? Öyle görülüyor ki, basındaki ve tribündeki hamaset şarkıları yeterli olmuyor.
Haa, bir de şu
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Adam berbere gidiyor. Berber soruyor; "Tıraşınız nasıl olsun?" "Lütfen futbolsuz olsun" diyor müşteri. Bu espriyi okurken nedense iki büyük spor yazarını; Namık Sevik ve İslam Çupi kardeşlerimi hatırladım. Nur içinde yatsınlar. Spor yazarlığına edebiyat üslubu getiren bu iki büyük sevgili dost, neler döktürürlerdi acaba bugün için?
Sıkıcı bomba haberleri, sıkıcı Avrupa Birliği haberleri, sıkıcı terör ve sıkıcı din tartışmaları... vs...vs... Nerede kaldı bu yaşam sevinci? Acaba sokaktaki kaç adam, politika sahasını mağlup terkeden kaç siyasiyi konuşuyor ya da hatırlıyor. Bırakın bunlar için arkadan dökülen timsah gözyaşlarını; "Şu hafta geçse de gelecek hafta bir Şampiyonlar Ligi maçı seyretsek" diyor vatandaş. Ne cımbız, ne ayna, ne de rakı şişesindeki balık. Ne enflasyon denilen alık. Varsa yoksa futbol. Hele hele Hakan'ın attığı gol. Berber kardeşim sen sen ol, tıraşını sinek kaydı yap ve konuş. Yaşam sevincin bir çift gol olsun.
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Allah'tan hür bir ülkede yaşıyoruz. Herkes düşündüğünü, açıkça söyleyebiliyor. Bu açıklık, UEFA kararlarını tenkit için de geçerli. Mesela birisi kalkar, "Gelmezlerse gelmesinler, biz de başka bir yere asla gitmeyiz" diyebilir. Ama kazın ayağı hiç de öyle değil. Zira gelecek cezalar Türk Futbolu'nu yıllarca atalete sevkedebilir. Her zaman yaptığımız gibi milli alınganlığımızla emosyonlarımızı, hislerimizi, reaksiyonlarımızı kontrol edemezsek bir çuval inciri berbat edip başımıza dert açabiliriz. Gider oynarız, ama sonra hakkımızı da en medeni şekilde sonuna kadar ararız. Yensek de, yenilsek de. En doğru reaksiyon ve davranış da böyle olmalıydı.
Son günlerde başımıza gelen terör olaylarından sonra aklı başında bütün yabancılar, politikacılar, basında ve televizyonlarda Türkiye'nin Avrupa'nın bir parçası olduğunu, dışlanmaması gerektiğini vurguladılar. Ve Avrupa Birliği'ne bir an evvel girmemiz için Türkiye'yi destekleyeceklerini söylediler. Bu arada bilinen bir hakikati kuvvetle ve ısrarla vurgulamamız lazım. Artık dünyada sporsuz politika yok. Medyadakiler, politikacılar, tribündekiler temiz spora soyunmalılar ve dünyadaki kredimizi zedelememeliler. Çünkü
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Yüzler hep iki gözle Batı'ya dönük. Halbuki masallardaki gibi üçüncü bir göze sahip olup, arkadaki Şark'a da bakıp, olayları gözden kaçırmamak ve incelemek lazım. Zira orada stabilite denilen dengeye zaman yoktur. Bir gece içinde borsa ve dolar baş aşağıya gelebilir ve iyi gidiyor denilen ekonomi de perişan olabilir. Politikada ise bir kararla askerin yabancı ülkeye gitmesi yasaklanır, birkaç hafta sonra aynı kişiler askerin gidebileceğini onaylar. Ve "el katili" başa bela ederler.
Spora gelince; gerine gerine futbolda Dünya'nın en iyilerinden biri olmakla övünülür. Sorumlular ve oyuncular şişirile şişirile yere göğe sığdırılamaz. Hatta akademik unvanlara bile sahip olurlar. Ve birden bire adı bile yeni yeni duyulan nüfusu küçücük bir ülkenin oyuncularına boyun eğerler. Hem de nasıl. Görülür ki Şark'ta dengeler tahtarevalli oyununa benziyor. Bir aşağı, bir yukarı. Ortası yok. Bakın her mağlubiyetten sonra sorumluların kendilerini savunmak için konuştuklarında gazete başlıklarına aktarılan fiiller nasıl: Köpürdü... Çok kızdı... Çileden çıktı... Öfke kustu... Korkunç tepki gösterdi...
Peki şimdi de onların yerine biz bu fiileri kullanırsak kızmaya, öfke
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Bazı problemler vardır ki, değil matematiksel mantıkla bile çözülemez. Çözeriz derseniz, ardından oturup çözümde ne kadar haklı veya haksız olduğunuzu düşünüp durursunuz. Eğer çözümü Büyük İskender'in Gordon düğümünü bir kılıç darbesi ile açması gibi yaparsanız, problemlerin arkası bitmez. Hele hele hırçınlıkla hiç.
Şimdi küpte keskin sirke var. Küpe ne kadar zarar verecek Allah bilir. Hele kılıç da kılıfından çıktı bir kere. Dönüşü yok. Asrın hatası yüzünden Fenerbahçe maçının tekrarından bahsediyoruz. Maçın tekrarı için Lucescu "kötü örnek" diyerek alınan kararın yanlış olduğunu söylemeye getiriyor. Hırçın olanlar ise haklılıklarını sevinç içinde kutluyorlar. Sosyal problemlerin çözümünde verilen kararların doğru olup olmadığına zaman karar verir. Gelecekte şu oldu bu oldu diyerek maçların tekrarı için feryatlar ve itirazlar yükselirse ne olur, ne olacak? Eh zaman gösterecek dedik ya, onu da yaşayan görecek.
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Sokrates, Delfi tapınağı üzerinde yazılı "kendi kendini" tanı sözcüğüne bayılırmış. Osmanlı'da ilk bütçeyi yapmaya çalışan Tarhuncu Ahmet Paşa ise boğdurulmuş. "Dan dan da dandan" başlıklı yazısında Çetin Altan bu iki olayı ele almış. Zaman gazetesi ekinde Nihal Bengisu Karaca "İslam Dünyası neden sinema yapamıyor" diye sormuş.
Şimdi kalkıp "Neler saçmalıyorsun, bunların birbiriyle ne ilgisi var. Hele sporla" demeyin. Var efendim. Uzun zamandır şiddet ve terör karşısında birçok aklı başında adam "Türk Futbolu" bitiyor diye sesleniyor. Ve birçok spor yazarı ve hatta köşe yazarı sahalardaki ve tribünlerde şiddetin, terörün polisiye önlemlerle nasıl önlenmesi gerektiğini bir bir ve kendi ölçülerine göre güzel güzel anlatıyorlar. Ama kimse bu olayların sosyolojik, psikolojik toplumsal yönünün derinine inme zahmetini ve cesaretini gösteremiyor.
Acaba tapınaktaki yazıdaki gibi kendi kendimizi ne kadar tanıyoruz. Çünkü şarkta kimse fazla sıkıya ve tenkite gelmez. Şarkta kimse olayların derinine inip, ne dinde, ne imanda, ne de politikada hakikatleri ve işine gelmeyenleri sinemaya ve yazıya dönüştürmez. Zor iş. Yapılacak kurultaylarla sosyologlarımız,
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Papatya falına bakalım. Seviyor muyuz, yoksa sevmiyor muyuz? Fal ne derse desin. Bize kalırsa, pek sevmiyoruz.
Aktif spordan bahsediyoruz. Bir zamanlar spor yapamamamızı alt yapının yokluğuna bağlardık. Mesela biri kalksa üniversitelerimizde binlerce gençten yüzde kaçının aktif spor yaptığını araştırsa, netice ne olurdu acaba?
Uluslararası sporda başarı, ancak bir milletin bütününün spora düşkünlüğü ile paralel gitmektedir. Böyle olmadığı takdirde, yabancı arenalarda, olimpiyatlarda, yalnızca ferdi, gelip geçici başarılar kazanılabilmektedir. Yalnızca stadyumları doldurmakla, nefesi çıkana kadar bağırmakla, televizyonlarda saatlerce tartışmalar yapmakla spor milleti olunamıyor. Gençlerimize aktif sporu sevdirecek önlemler alınmalı ve elden gelen yapılmalıdır. Profesyonel spora yatırım yapan ticari ve özel firmaların yatırımlarının daha büyük bir kısmını amatör spor yapacak gençlere yönlendirmeleri zorunluluğu getirilmelidir. Devlet üniversitelerde, gençleri spora zorlayacak metodlar geliştirmelidir. Modern yaşamın spordan geçtiği unutulmamalıdır. Ve bu yalnızca golf yapmak değildir.
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Hoşlanılmayacak bir şey söyleyecekseniz bunu cami duvarının uzağında yapmalısınız. Çünkü bu cami duvarına şey etmek gibi bir şey. Çarpılabilirsiniz...
Evet, kızsanız da kızmasanız da bir şeyi bağırarak söylemenin zamanı. Bizimkilerde moral var, teknik var, metod var. İyi teknik direktörleri de var, ama oturup pasta yapamıyorlar. Çünkü kondisyonları zayıf. İngilizce bir lugat kondisyon. Karşılığını yanlış tercüme etmiyorsak bir yerde var olma durumu diyor. Yani bizimkilerde kondisyon yok derseniz bu sahada olmamak gibi bir şey. Mesela karşı taraf daha iyi bir kondisyona sahip, biraz süratli, performansı fazla ise ayaklarımız dolaşıyor. Korku ve şaşkınlıkla kısa paslarla, yanlış paslarla topu rakibe kaptırıp kaybediyoruz. Mesela karşı kale önünde rakibi boğacak, şaşkına çevirecek, neticeye götürecek çabuk ve çevik hareketliliğimiz var mı? Yoksa "vah vah Ahmet atamadı, Mehmet eline geçen fırsatı değerlendiremedi" gibi şanssızlık deyip dövünüp duracak mıyız? Neyseki bunları yazarken cami duvarı uzakta. Yoksa teknik bilgiçler uzun uzun yazılarla bizi çarpabilirler. "To be or not to be" diyen adam belki de kondisyonu tarif ediyordu. Ne dersiniz?
<#comment>#comment>