Bizim yaşımızda olanlar hatırlarlar; eskiden yüksek makamlar işlerine gelmeyen bir haber ve yazı üzerine bir kelime ile “kapattım” derler ve gazete kapanırdı.
Basını susturmanın bir modeli olmuştu bu “kapattım” sözcüğü. O zamanlardan bu zamana köprüler altından çok sular geçti. Ama yine de üst makamlar tatsız sözleri ve yazıları sevmezler. Ne kadar demokrat da olsalar.
Şu sıralar ligler de başladı. Tribün huzursuzluğunun, hakem krizlerinin ve futboldaki sokak anarşisinin sebeplerinin sorumlusu olarak gösterilen medyaya yüklenen büyüklerimiz var. Bu arada basın yanında televizyonlar da suçluymuş gibi gösterilmek isteniyor. Son günlerde biraz ayaklarını denk alıp, uslu uslu yazsınlar ve yayınlarını efendice yapsınlar diye sopa gösteren büyüklerimiz de mevcut. Halbuki dış basında ve televizyonlarda da futbolda ileri geri yazılar ve yorumlar çok. Ama kimsenin aklından medyayı suçlamak geçmiyor.
Ne hikmetse bu yayınlar yüzünden tatsız olaylar olmuyor. Niçin orada böyle, burada böyle? Medya
Yine sıfır çektik, öldük öldük dirildik. Maziye doğru gitsek şu abartmalı övünmek tikimize aldanmadan kaç defa ölüp ölüp dirildiğimizin, sıfır çektiğimizin istatistiğini çıkarsak acaba karşımıza nasıl bir tablo çıkar. Görüyoruz ki sporumuzda bu tablo sevinçlerimizden ve coşkularımızdan daha çoktur.
Biz yine dünya sporuna diz çöktüreceğimiz ümidiyle yeni bir güne uyanırız. Ama hiç sormayız. Halk olarak yüzde kaçımız bilinçli spor yaparız, yapma imkanına sahibiz? Sporu ne kadar severiz? Yoksa spor tembeli miyiz? Sporcularımızın, profesyonellerimizin, mesela tanınmış futbolcularımızın popolarının genişliği yabancı sporculardan niçin çok defa bir kaç cm fazladır, düşünmeyiz? Spor yöneticilerimiz politik avantajlarını unutup spora ne kadar eğiliyorlar, spordan ne kadar anlıyorlar? Anlasalar büyük organizasyonlardan evvel bol galibiyetlerden, madalyalardan bahsederler miydi? Öyle olmasa böyle ümitle bakanları ve genel müdürleri ile devlet adına bu
Olimpiyatlar artık başladı. Hâlâ “şu idi, yok bu idi” diyerek Çin’de yapılacak olimpiyatlar hakkında bilhassa batı basını söylemediğini bırakmıyor. Neyseki önde gelen internet problemi bir derecede serbest bırakılınca ortalık biraz sakinledi.
Bu arada Çin’in en yüksek yetkilisi “siz sporda politika yapıyorsunuz” diye batılıları suçladı. Bu noktada hem Çin başkanına, hem başbakanına, hem de batılılara sırası gelmişken şu sualler sorulamaz mı?
Çinliler’e “siz olimpiyatları almak için”, batılılara “siz vermek için” hiç politika yapmadınız mı? Globalleşmiş bir dünyada sporda politika yoktur diyebilir misiniz?
Hele birileri sizinle iğnenizden iç çamaşırınıza, buzdolabınızdan televizyonunuza kadar iş yapıyorsa ona hayır diyebilecek gücünüz var mı? Hal böyle iken acaba iki taraf da neden sızlanıyor? Yoksa birbirlerini evvelden hiç tanımıyorlar mıydı?
Tarafsız ne demek? Kısaca, “Sen benden değilsin, ama dediğinde haklısın” demek. Yani hak vermek.
Tarafsız olmak bir eğitim ve kültür meselesidir. İnançları, partileri ve düşünceleri farklı olsa da olaylar karşısında kişilerin tarafsız kalabilmeleri bir olgunluk olgusudur. Ama maalesef fanatik kimseler kendilerini çok defa karaya beyaz, beyaza kara demek zorunda hissederler ve “Bizden olmayana hayat yok” felsefesi güderler.
Böyle ön yargılı toplumlar ve kişiler demokratik ilkeleri hiçe saydıkları için içlerine kapanırlar. Küçük küçük başarıları büyütürler, sevinirler, coşarlar. Karşı tarafı hiçe saymak onlara zevk verir, ama maalesef oldukları yerde sayarlar. Çünkü inatçılıkları ilerlemelerini önler.
Önümüzde lig maçları var. Yukarıdaki satırların ışığında spor yazarlarının tarafsızlığının önemi yeniden tartışılacak hale gelecek. Yapılacak tenkitlerin tarafsızlığı idareciyi, seyirciyi ve sporcuyu müspet yönde etkileyecektir. İdareci, oyuncu, hakem tenkitlerinin
- Çok ciddi iki maçta iki şöhretli futbolcunun umulmadık anda beklenmedik şekilde rakip oyuncuya saldırmasını ve agresif davranmasını psikolojik açıdan nasıl açıklayabilirsiniz?
“Bu soruya cevap vermeden eveel böyle ani saldırganlıkların sanıldığı gibi bir terbiyesizlikten, karakter yapısından kaynaklandığını düşünmek ve kabul etmek yanlış olur. Tabiii spor açısından.”
- Çok kimse böyle agresiyonları bir kişilik zaafı ve karakter zayıflığı gibi görüyor ne dersiniz?
“Saldırganlıklar normal hayatta kabul edilemeyecek davranışlardır. Böyle kişilere eğitim eksikliği olan ve düşük asosyal toplumlarda yaşayanlarda rastlanır. Ama sporda bu davranışlar farklı şekilde açıklanmalıdırlar.”
- Niçin hocam?
“Zira son yıllarda ani davranışların, esasında irade dışı ortaya çıktığı ve şuurlu olmadığı gibi bir teori ortaya atılmıştır. Yani kişinin bu davranışı kendisinin de istemediğini ama şuur altındaki dürtünün irade dışı olarak agresif davranışa dönüştüğü düşünülmektedir.”
- Sizce
Ayıp, hem de çok ayıp. Sporu politikaya alet etmek ve halklar arasındaki eski düşmanlıkları bu şekilde sporla provoke etmek. Tıpkı Hz. Muhammed karikatürlerinin terbiyesizliği gibi, şimdi de Polonya basınında Alman teknik adam ve sporcuları hakkında öyle akıl almaz karikatürler çıkıyor ki inanılmaz. Böylece eski düşmanlıklar ve nefretler su üstüne çıkarılmak isteniyor. Her ne kadar iki tarafın sorumluları bunları şiddetle kınıyorlarsa da, eski düşmanlıklar kınından çıkmış oluyor. Bu tip provokasyonların seyirciye ve sahaya yansıması da mümkün. Nitekim Alman futbolcular, “Bunlar bizi üzmez, sadece daha çok tahrik eder” dediler. Sporu halkların birbirini tanıması ve dostluklar kurması açısından ele alırsak, spordaki bu tip davranışların ne kadar tehlikeli olduğu ortaya çıkıyor.
İnsanın içi ısınıyor
Milli maçları adeta bir savaş gibi görmek ileride sporda onarılması imkansız yaralar açacaktır. Bu tür davranışlar ve provokasyonlar yanında güzel bir oluşumu da burada belirtmeliyiz. Almanya’da bir tarafında Alman ve diğer
Evet evet futbol sen nelere kadirsin demek lazım. Baksanıza Bayern Münih’in emekliliğe ayrılan kalecisi Oliver Kahn’a Hindistan’da 120 bin kişinin önünde düzenlenen jübilede üzeri tam 8640 diamantla işlenmiş bir kupa hediye ediliyor.
Real Madrid, Ronaldo’ya 90 milyon euro ödemeye kalkıyor. Sezon içindeki cep harçlığı tam 9.5 milyon euro. Teknik Direktör Mourinho’ya günde tam 24.657 euro veriliyor. Ve adam hâlâ düşünüyor. Çarpsanıza 365 güne.
Romanya’da Bükreş takımının başkanı Figo’nun formasına 100 bin euro ödüyor. İngiliz takımının elenince gidemediği İsviçre’deki otele şimdi bizimkiler gidecek. Yazılıp çizildiğine göre bu milyarderler otelinde neler neler yokki. İsviçre’nin en iyi beş otelinden biri. Diğer Avrupa takımlarının kalacağı otelleri anlatmaya imkan yok.
Çocukken futbol oynayınca “topçu mu olacaksın” diye beni azarlayan rahmetli annem sağ olsa bu işe ne derdi acaba? Şimdi kalkıp da futbol sen nelere kadirsin demez misiniz? Mübarek top
Ankara’nın nesini seversin diye sormuşlar adama; İstanbul’a dönüşünü demiş. Derbinin nesini seversin diye bana sorsalar, ben de ertesi günkü maç tenkitlerini okumak derdim. Aman Allahım ağzı laf yapan, kalemi eline alan ne kadar bilgiç varsa, maç tahterevallisini bir aşağı bir yukarı çıkarıp indiriyorlar. Adeta bir trajik-komedi halinde. Sahadaki bir gün evvelki adamları bir satranç tahtasına oturtmuşlar, bir sağa, bir sola, bir ileri, bir geri oynatıp duruyorlar. Sanki bir gün evvelki maçın sonucunu değiştirebilirlermiş gibi. Şöyle olsa, böyle olsa idi şeklinde, hani halam amcam olur hikayesi...
Onun için derbinin ertesi gününü daha çok seviyorum. Çocukluğumuzda bize ilkokulda tekrarlatır dururlardı: Yerli malı, herkes onu kullanmalı diye. Şu Galatasaray takımına bakın, kaç yabancısı vardı. Hemen hemen tamamı yerli malı. Yeni transfer mevsiminde, elimizdeki yabancılar yetmiyor, ille de yenilerini alalım diyorsanız, tavsiye ederim, Çinlileri alalım.
Brezilyalısından, Arjantinlisinden herhalde daha ucuzlar, hatta belki daha