Önümüzde yeni başlayan koskaca bir futbol sezonu var. Ve beraberinde gelebilecek futbol cezaları. Seyircisiz oynama ve diğerleri gibi.
Esasında bir kefede suç var, bir kefede ceza. Bu terazinin dengelenmesi en fazla tarafsızlık ilkesine bağlıdır. Ceza kararı yerinde midir, haklı mıdır? Evet ise o zaman vicdanlar rahat demektir. Kimsenin, ne kulübün, ne seyircisinin bir şey demeye hakkı olur. Ama karar doğru ise, siz de onu değiştiriyor veya kaldırıyorsanız o zaman karar organı olarak otoriteniz zedelenir. Tatsız polemikler başlar. Hele adaleti, kararınızı baskılarla değiştirmişseniz “yazıklar olsun size” derler.
Hukukta bu böyledir, futbolda da. Futbolda top herkesin önünde oynanıyor. Bir kişi değil, 10 binler önünde, milyonlarca televizyon seyircisinin karşısında. Siz birine üç maç ceza verip, hemen sonra bunu pazarlıkla indirirseniz suç olur. Hele hele cezalandırıp sonradan affettiğiniz oyuncu şöhretli ise o zaman zavallı Mehmet ile şöhretli Ali arasında ayrımcılık yapıyorsunuz demektir. Ve bir anlamda futbol etiğine ve anlayışına bir darbedir bu.
Tarafsızlık ilkesini korumak zordur ama futbolu güzelleştirmek için gereklidir.
Ne olur şu yaz günlerinin sıcağında psikoloji okunur mu demeyin... İş futbol olunca hem dinleyecek, hem de okuyacaksınız.
Daha ligler başlamadan en efendi sayılacak kişiler küfür etmediler mi? Neden? Ha, bakın psikolojiyi dinlemek ve okumak lazım. Saldırgan denince işin içinde küfür de var, tükürmek de... Kötüsü de kırmak ve dökmek.
Psikoloji diyor ki, saldırganlık herkesin içinde genler ile beraber getirdiği içgüdülerden biri. Meşhur psikiyatr Freud bunu ölümüne içgüdülerden biri olarak görüyor. Yani en medeni, en kültürlü adam bile bu içgüdü uyarılırsa kontrolü kaybedebiliyor. Hatta anayasayı bile fırlatıp atabiliyor.
İşte öyleyse bu noktada bu içgüdüye frenleme metodları gerekiyor. O da topluma ve kültüre göre değişiyor. Bilhassa en çok sporun ve futbolun bu içgüdüyü kolay tetiklediği görülüyor. Onun için her zaman frenleme metodlarına ihtiyaç var. Şöyle ki;
1. Spor hareketlerin en güzelidir. Onun için seyredip, yapıyorum diyerek herkes bu bilince yöneltilmelidir.
2. Sporda kazanma da, var kaybetme de... Bunun daha çocukluktan itibaren okul psikologları ve spor hocalarınca durmadan tekrar edilip öğretilmesi gerekir.
3. Şimdi modern sporda kulüp yöneticileri var. Bunlar
Futbol takımı mı, babil kulesi mi? Bir futbol takımı düşünün, kadrosunda 7-8 yabancısı var. Ve bütün umutlar o yabancılarda. Futbol takımları Çin’de yapılan mallara benzedi. Yap malı Çin’de, yapıştır kendi etiketini. Olsun sana Philips, olsun sana Nokia, olsun sana Mercedes... Yapan Çinli’ymiş sana ne?
Ribery atmış golü, olmuş Alman malı. Ballack atmış golü, olmuş İngiliz malı. Ronaldinho atmış golü, olmuş İtalyan malı. Peki eskiden bir ‘takım ruhu’ lafı vardı. O ne oldu, rafa mı kalktı? Hani eskiden ruh çağıranlar vardı; “Ey ruh geldiysen üç defa vur” derlerdi ya, futbol da şimdi ona benzedi. Yabancı ruhları çağırıyorlar.
Geçenlerde meşhur futbolcu Kaka da “Takım ruhu ne oldu?” diye sormaz mı! Ve takım ruhunu “Kaka” ettiniz diyordu. Düşünün Kaka gibi bir lejyoner bunu söylüyor. Fazla polemik yaptık galiba. Sonra adama aşırı milliyetçi deyiverirler. Çocukluğumuzda hani bir zamanlar “yerli malı herkes onu kullanmalı” denmez miydi? Globalleşme oldu, o da rafa kalktı. Futbol
Psikoloji kitaplarında en zor konulardan biri, ideal ve iyi insanın açıklanabilmesidir.
Zira iş, iyi insan, güzel insan demekle bitmiyor ki...
Adam gibi adam demek yeter mi?
Ölümsüzlük, insanı tarife yetiyor mu?
Hele hele günümüzde güzel insan, iyi insan diyebilmek, kaybolan etik değerler ve kaybolan idealler yüzünden gittikçe zorlaşmaktadır.
Kaybedilen insanları, bulunduğu çevrenin iyi veya kötü şeklinde değerlendirmesi doğaldır. Ama, en güzel insan bizce, hiç kimsenin arkasından tek kötü kelime söyleyemediği insandır.
Ve işte tanımak bahtiyarlığına eriştiğimiz Vedat Okyar, “kişiyi nasıl tanırsınız” sorusuna “yüzde yüz iyidir” cevabını haketmiş bir kişilikti. Ve yüzde yüz insandı.
Bu bir fıkra... Yaşı geçkin adamcağızın biri doktoruna gitmiş. Doktorcum, ‘Kahvede yaşıt bir arkadaşım, karısı ile haftada iki defa beraber olabildiğini söylüyor. Bende ise tık yok. Acaba bana bu yönde bir çare bulabilir misiniz’ diye yakınmış. Doktor olabilecek gerekli ilaçları bir reçeteye yazıp vermiş.
Hasta bir zaman sonra gelmiş ve ‘Olmuyor doktor bey’ demiş. “Bu işin başka bir çaresi yok mu” diye sormuş. Doktorun cevabı “var tabii” olmuş. “Siz de yarın kahveye gelip arkadaşınıza haftada iki değil üçlüyorum” dersiniz olur biter. Acaba bu fıkradan sonra, futbolumuzu yönetenlere Nasrettin Hoca nasıl bir çare bulurdu. Eşeğe ters binmeyin mi derbi acaba?
Çünkü Fenerbahçe Kulübü Başkanı taraftarlarına ‘Gelecek üç yıl şampiyonuz’ müjdesini verdi. Beşiktaş Başkanı ondan aşağı kalmadı ve o da ‘Arka arkaya beş yıl şampiyon olacağız’ dedi. Anlaşılan şimdi doktora gitme sırası Galatasaray başkanına geldi. O da olsa olsa bir psikiyatri doktoruna gidip çare sorabilir.
Denizler, göller, nehirler kirleniyor. Hava kirleniyor, toprak kirleniyor. Bu yüzden iklimler değişiyor.
İşin fenası gıdalar genetik yolla kirleniyorlar. Ama unutulan bir şey var. İnsanların etik, ahlak anlayışları da değişiyor. Ve en tehlikelisi de bu galiba.
Kirlenmesi istenmeyen spor da kirleniyor mu acaba? Eh tek tük doping olaylarını kanıksadık. Spora duyulan sevgi sınır tanımıyor. Düşünebilir misiniz transfer yapan futbolcuların imza törenlerine 80 bin kişi gelebiliyor. “Bu ne sevgi ah, bu ne aşk“ diyebilirsiniz.
İşte bu ortamda UEFA Başkanı Platini, çıkıp cesaretle “Ortada dönen ve havalarda uçuşan dolarları soracağız” demez mi? Ne demek istedi acaba? “Kara para aklanıyor” diyenler çıktı. “Transferlerde mafya tipi oyunlar var” diyenler de oldu. “Kulüplerin kasaları tam takır iken bu milyonlar nasıl ödenebiliyor?” diye soranlar da var.
Kara para aklamak ve vergi kaçırmak için artık Liechtenstein’a veya Jersey Adaları’na gitmeye lüzum yok mu acaba. İnsanların dedik ya ahlak anlayışı değişti. Kirlenenlere aldırmıyor,
Son yıllarda genel ile lokal yapılan modern ve eksiksiz anketlerin sosyal, ekonomik ve politik büyük anlam taşıdığı bilinmektedir. Yapılan bir anket, spor kulüplerinin taraftarlarının yüzdelerini ortaya çıkarmaktadır.
Türkiye genelinde Galatasaray önde, sonra Fenerbahçe ve Beşiktaş geliyor. Ama dikkat çeken bir husus var. Lokal renkler bu üç kulübün arkasında adeta nal topluyor. Yani spor seyircisinin ve taraftarının merkeziyetçi bir anlayışı var. Üç kulübü tanıyor, gerisi adeta fasa fiso. Lokal patriyotizm yok. Hamburglu Hamburgludur, Madridli Madridlidir, Münihli Münihlidir de niye Kayserili evvela önce Fenerbahçe veya Galatasaraylıdır, ardından kendi şehrinin takımı gelir. Bizce burada sosyolojik yönden düşündürücü bir sonuç var. Yani ben Denizliliysem, Denizli renklerini tutarım. Bana ne Galatasaray’dan diyemez misiniz?
İlle de kahvede oturup Galatasaray ve Fenerbahçe edebiyatı mı yapmak lazım? Acaba bir şehrin yaşayanlarının, kendi şehirlerinin renklerini daha candan desteklemeleri bir anlamda o şehirde
Çocukluğumuzda basketbol seyircisinin efendiliğinden gurur duyardık. O zaman İstanbul’un nüfusu belki yarım milyonu ancak geçiyordu. Esasında yalnız basketbol değil, futbol seyircisi de asla problemli değildi. Spor, o zamanlar spor için yapılıyordu. Şampiyonluk şımarıklıkları için değil. Peki sonra ne oldu? Şehrin nüfusu milyonlara ulaştı. Anadolu’da Oxford Üniversitesi’nde okuma şansı bulamayanlar, toprağı altın olan İstanbul’a taşınmıştı. Şimdi bu noktada asla sosyolojiden, ekonomiden ve psikolojiden bahsederek sporda yenilenen İstanbul seyircisinin davranışlarını açıklamaya çalışmak yanlış olur.
Ancak yeni bir kelime üreterek yerli bir kültürel globalleşmeden bahsedilebilir. Nedir bu ulusal kültürel globalleşme? Şimdi iki eşit kap alalım. Birinde su ısısı 40, diğerinde 20 derece olsun. Sonra bu iki kabın suyunu birleştirin ısı ne olur? Asla 40’a çıkmaz. Otuza düşer. Yani Anadolu’dan İstanbul’a gelen kültür, İstanbul’daki globalleşmiş ulusal kültürü soğutmuştur. Ve işte yanlış ve tatsız olayların sebebi bu