Çok hassas bir toplumuz. Hoşlanmadığımız hakikatleri işitmek istemeyiz. Zavallı Alex de bunu herhalde anlamıştır. Çocukluğumuzda efendi adamlara Avrupa görmüş adam derlerdi. Neydi o tantanalarla ilan ettiğimiz maçta sonra olanlar. Hani nerede Avrupa görmüş dost taraftarlar.
Bizdeki futbol taraftarı, Avrupa görsün veya görmesin maçın güzelliğinden ziyade sonucuna kilitlenmiştir. Öyle ya caddede, kahvede, hatta evde karşı tarafı kızdırmanın tadı, baldan daha fazla.
Ciddileşelim... Sporda rekabet vardır. Rekabet yoksa sporun tadı olmaz. Maalesef gelişmemiş toplumlarda rekabet sporu çirkinleştiriyor. Bu çirkinleşmede yalnız taraftarın değil, sporcuların ve yöneticilerin de rolü var. Hele hele yöneticilerin derbi maçlardan önceki ve sonraki konuşmalarını karşılaştırmak gerekiyor. Ortada nasıl şizofrenik bir farklılık olduğunu görürsünüz.
Maçtan önce, şeker sözleri, dostluk kardeşlik sözleri, maçtan sonra tukaka... Hani nerede kişisel olgunluk, efendilik, topluma örnek duruş. Haydi gelin şimdi bir ukalalık yapalım. Sporculara ve idarecilere saldırganlığı ve küfürbazlığı önleyecek öğretici seminerler düzenleyelim. Çünkü dostluk maçı böyle olursa, gelecek için tehlike çanları çalıyor
İşi baştan sıkı tutmak gerekir. Bu tavsiyeyi 2010 Dünya Kupası’ndan önce de yapmıştık. Rakibi küçümsemek hüsrana yol açıyor. Dünya futbolunda artık büyük takım, küçük takım kavramı ortadan kalktı. Hiç ummadığın taşlar baş yarıyor.
O kadar ki rakip takımların şehirleri nerededir diye harita karıştırır olduk. Coğrafya bilgisinden neredeyse sınıfta kalacağız. Bakmayın o hazırlık maçlarındaki yarım düzinelik galibiyetlere. Neticeler moral için iyi ancak, şımarırsanız iddialı olan resmi maçlarda adamın dişini sökerler. Sonra başlarsınız, “hakem kötüydü, şansımız yoktu, yorgunduk galiba” demeye.
Yukarıda dediğimiz gibi işi başından sıkı tutmak gerekir. Modern futbol endüstri oldu. Kötü mal, taklit mal artık satış yapmıyor. Reklamlar da yalnız başına bir anlam taşımıyor. Çünkü daha işin başında adımız onlara yeter diyorsanız o zaman hüsrana uğruyorsunuz. Bakalım önümüzdeki günlerde şapkadan çıkacak tavşanlar nereye kadar koşacaklar. Sihirbazın değneğinin bu koşuda bir faydası olacağını sanmıyorum.
Yakın anlam taşıyan kelimeleri kimseyi üzmemek için yerinde ve iyi kullanmalıyız. Tıpkı politikacılar gibi olmamak lazım. Zira spor ne de olsa dostluğu ve iyi niyeti temsil ediyor.
Oturmuş 2010 Dünya Kupası maçları hakkında akademik tartışmalar yapıyoruz. Mesela maç anlatan spikerle, maçın sonucunu bilen ahtapot arasında ne fark var gibi. Dedik ya, tartışma akademik düzeyde. Derken, bir profesör “Arkadaş bizim kovduğumuz her yabancı teknik direktör, Dünya Kupası’nda birinci sırada. Bunun bir hikmeti olmalı” dedi. Diğer bir profesör ise “Ayıp abi onları kovmadık, gönderdik” diye cevap verdi, tartışma uzadı.
Ve saydılar: Hiddink, Del Bosque, Löw, Zico, Daum ve Lucescu... İsimler uzadı gitti. Bir üçüncü profesör arkadaşımız “O zaman Dünya Kupası’nı alabilmesi için Arjantin’in Maradona’yı Türkiye’ye göndermesi gerekir” dedi ve “O da böylece Türkiye’deki feleğin çemberinden geçmelidir. Keramet ahtapotta değil. Bizdedir” yorumunda bulundu.
Şimdiye kadar hiç sesini çıkarmayan bir asistan dayanamadı ve “Bu tip sportif akademik tartışmaları televizyonlara bırakmalıdır hocalarım” ifadesini kullanınca tartışma daha fazla büyümeden kapandı.
İngilizce neredeyse dünyanın resmi dili olacak galiba... Magazin dergileri bile modada ön plana çıkanlara “in”, medyadan düşenlere ise “out” diyerek İngilizce ile bizi renklendiriyor.
Gelelim futbola; bu anlamda modaya uyarsak İngiltere, Fransa ve İtalya “out” oldular, Paraguay ise “in”... Kim bilebilirdi ki, Slovakya ve Slovenya ile Japonya gün gelecek “in” olacak diye...
Sizin anlayacağınız gelecekte sahalara artık böyle alışmadığımız inler ve cinler inecek. Artık öyle peşin yargılarla şu “in” olur şu “out” olur diyemeyeceğiz.
Dünya ve Avrupa şampiyonalarında gelecekte artık alışılmış isimler belki de olmayacak. Eminim ki gelecekte Arjantin’i, Almanya’yı ve Brezilya’yı da rahatlıkla “out” yapanlar çıkacak... Baksanıza bizde bile Bursaspor “in” olmadı mı!.. Bizden söylemesi, önümüzde vakit varken biz de kendimize çeki düzen vererek doğru dürüst futbol üretmeliyiz. Bir defa “out” olduk yeter... Ağzımızdan yel alsın 2012 ve 2014’te de “out” olduk kelimesi milli takım için hiç de doğru kaçmaz.
Bu “out” kelimesi insanlarda hüzün uyandırıyor, tıpkı ölen insana “ex” oldu der gibi... Neden kullanıyorlar sanki “in” ve “out” hecelerini...
Üzülenler sevinenler, okulları tatil edenler, parlamento toplantısından vazgeçenler... Futbol bu işte... Manşetlerden inmiyor. Ama küçük bir insan grubu var ki, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranıyor. Hakemler...
Evet bu topluluk her maçtan sonra fırçayı yiyiyor. Suçlu ayağa kalk diye... İngilizlerin yaptığı bir araştırmaya göre hakemlerin aldığı kırmızı ve sarı kart kararlarının tam isabetli olmadığı ortaya çıkıyor. Mesela alınan beş ofsayt kararının birinin yanlış olduğu tespit edilmiş. Çünkü hakemin aynı anda iki üç oyuncu ile topu gözetlemesinin mümkün olmadığı ve dolayısıyla bazı durumlarda hakemin karnından karar verdiği savunulmuş. Örneğin bir karambolde seyirci büyük gürültü çıkarırsa hakem kararını çabuk ve yanlış verebilmekte. Üstelik yanlış karta sarılarak.
Milli maçları yöneten hakemler şuur altına yerleşmiş kültürel etkiyle bilinçsiz olarak kendine yakın kültürdeki takımlara daha ılımlı yaklaşmakta.
Dünya Kupası’nda daha işin başındayız. 26 ülkeden gelen hakemlerin kupanın sonunda hangi iç çamaşırlarının pazara çıkacağını göreceğiz. Yenilenler, elenenler, “ah” deyip yarı yolda kalanlar, “ey suçlu ayağa kalk” deyip bakalım hakemler hakkında neler söyleyecekler. Ama ne
Karşınızda bir orkestra olsa ve kürsüye çıkıp elinize sopayı alarak bir yukarı bir aşağıya sallasanız, orkesta kendisine verilmiş bir müziği sonuna kadar çalabilir. Üstad olmanıza lüzum yoktur. Tıpkı bir orkestra gibi bir futbol takımı da teknik direktörsüz pekala oynayabilir.
Yani şunu demek istiyoruz; bütün mesele işin ruhunda, inceliğinde, hatta fantazisindedir. Maestro, teknik direktör kolay olunmaz. Bu bambaşka bir iştir. Ben de bunu yaparım diyemezsiniz. Biri çıkıp maestroya, teknik direktöre “şöyle yap, böyle yap” derse müziğin kalitesi, futbol tekniği yarı yolda kalır. Maalesef son yıllarda ülkemizdeki kulüp başkanları, teknik direktörler üzerinde otorite kurmayı ve spora karışmayı adet edinmişlerdir. Ve ortaya kakofoni çıkmıştır.
Bu anlayış birçok teknik direktöre gidiş bileti kestirmiştir. İnanıyoruz ki kulüp başkanları kulüplerin yalnızca yönetimi için varlarsa ve sahaları teknik adamlara bırakırlarsa başarı eğrisi daha belirgin olacaktır.
Ekonominin tahtarevalli gibi bir yukarı bir aşağı gidip geldiği bir zamanda satmak fiilinin kullanılışı moda oldu. Mesela yılbaşından beri bankaların krizden kurtulmak için ellerindeki bonoları ucuza satmaları gibi. Avrupalılar’ın iflas eden Yunan ekonomisini kurtarmak için verecekleri milyarlara kızıp “Adalarını satsınlar” diye tutturmaları gibi.
Sizin anlayacağınız dünyada bir satış hırsı var ki sormayın gitsin. Ama maalesef satmak fiilinin sporun başına konulması hiç aklımıza gelmezdi. Bu sporun iyiliği ve yüksek ideallerine hiç yakışmadı. Maç satmak inanılır gibi değil. Bunu ortaya atmak ise terbiyesizce bir davranış. Bizce bu lekenin sporu kirletmemesi için, nedeni ne olursa olsun taraftarların ve sporseverlerin temiz spor adına bu dedikodulara inanmamaları en iyi cevap olur. Yoksa bir gün zaten maçlar satılıyor diye tribünler boşalır. Fanatik kişilerin ortalığı bulandırmak için ortaya attıkları satış bedelleri hele hele futbolda çok pahalı yıpranmaya yol açar.
Yazının başlığı esasında doksan dakikalık koşu ve arkasından üç gün sonra bir koşu daha olmalıydı. Çünkü modern futbol, profesyonelliği buna zorluyor.
Bayern Münih, Şampiyonlar Ligi’nde tur atlamış, otelde bunun kutlaması yapılıyor. Televizyondan izlerken bir de baktım ki, her oyuncunun önünde büyük bir kase ve içi yeşil salata ile dolu. Kaşıklıyorlar. Tesadüf bu ya Ribery’nin de doğum günüymüş. Rummenigge’nin elinde ise üzerinde birkaç mum bulunan küçük bir pasta var. Pasta en fazla 3-5 kişilik... Ribery mumları söndürüp pastayı arkadaşlarına dağıtıyor. İnsan koskoca takıma bu pasta yeter mi diye soruyor? Şu Almanlar’ın hep sıkı olduğu söylenir. Ama ne hikmetse doğru galiba...
Bizde olsa, herhangi bir takımımız finale çıksak, gelsin börekler, gelsin pastalar, gelsin baklavalar... Daha yok mu ya diye de arkamıza bakarız. Kutlama dediğin böyle olur kardeşim.
50 yıl evvel o günkü Vatan gazetesinde başsayfadan anons edilen bir yazımı hatırlıyorum; “sporcu kalbi” diye... Doksan dakika koşabilmek ve iyi bir atlet olabilmek için sporcu diyetinden bahsetmişiz. Can boğazdan gelir ve gider de... Böyle demiş atalarımız. Eh biz de yarım asır evvel bunu vurgulamak ve sporculara