Toplumları kültürel açıdan kişilerin birbirlerine davranışları ile derecelendirmek mümkündür. Bu yüzden davranış psikolojisinde ilk ders kişilik, yani şahsiyet üzerine oturtulmuştur. Kişiliğin kültürel yapısı ne kadar yüksekse, toplum içinde kişilerden o kadar olgunluk ve anlayış beklenir.
Mesela sevmediğimiz, kızdığımız bir kişiyi özel ya da resmi bir toplantıda dışlayamazsınız. Elini sıkar, hatta gülümseyebilirsiniz. Bu bir kültürel eğitim sonucudur. Bu politikada, günlük hayatta ve sporda da geçerlidir. Hele hele sporda...
Çünkü sportif karşılaşmalarda karşındakini yenmeye yönelik bir mücadele, üstün gelme prensibi vardır. Yenenin ve yenilenin birbirine sempati beslemesi gerekir. Esasında olgun, kültürel toplumlarda bu prensibin geçerliliği vardır. Mesela kulüp başkanları, teknik direktörler ve diğerleri birbirlerinin elini sıkmıyorlarsa, toplumda birbirlerini dışlıyorlarsa, hele hele bu davranışlarını basında da ön plana çıkarıyorlarsa o zaman vay tribünlerin haline.
Sporda oyuncuları milyonlarla satın alabilirsiniz. Ama kültürü ve sempatiyi para ile satın almak mümkün değil.
Bir fikri işlemek için söze başlamanın belli kuralları vardır. Hele karşınızdakini kızdırabilecek bir teziniz varsa, burada başka bir taktik uygulamak zorunludur.
Şöyle dersiniz, ‘Biliyorum belki benim kanaatimde değilsinizdir. Belki bana bu yüzden kızabilirsiniz. Ama...’ diyerek merakınızı anlatmaya çalışırsınız. Mesela şimdi kabul etmeyebilirsiniz, hoşunuza gitmeyebilir ama, diyorum ki A Milli Futbol Takımı’nın artık gençleştirilme zamanı gelmiştir. Yani yeni genç isimler üretilmelidir. Evet bugünkü eldeki kadro ile bir yerlere gelmeye çalışılmalıdır. Ama geleceği de düşünmek zorundayız.
Bakın Almanya Milli Takım Teknik Direktörü Löw yeni gençler denemeye devam ediyor. Ballack bile yakında kuyruklu yıldız olacak. Almanya bu gençlerle Güney Afrika’ya gitti. Başlangıçta bu gençleşme esnasındaki deneme ve dostluk maçlarındaki beraberlik ve yenilgilere fena halde kızanlar oldu. Ama şimdi sustular. Anlaşılıyor ki basketbolda attığımız gençleştirme adımını, futbolda da atmak zorundayız. Eldeki malzeme ile günü kurtarmak, geleceğe ihanet etmek demektir.
Yukarıda da dediğimiz gibi, sözümüze kızanlara dost acı söyler diyerek yazımızı bitirelim. Bilmeliyiz ki kısa bir zaman sonra
İşiniz, gücünüz yoksa bazı fantezi düşünceler sizi boğar. Mesela kendi kendinize sorabilirsiniz. Basketbolcunun mu, yoksa futbolcunun mu daha fazla ruhsal kabiliyete ve zekâya ihtiyacı vardır diye. Tam da aktüel bir soru bu zamanda. Birisi ayakla oynanıyor, diğeri ise elle. İki sporda da üstün bir tekniğe ihtiyaç var. Tabii zekaya da.
Ama topu koca bir kaleye mi, yoksa bir basket çemberine mi sokmak daha zor. Nörolojik açıdan beyinde ayağa ait sahalar el ve kola göre daha geniş alan taşıyor. Ama buraları faaliyete geçiren beyinsel merkezlerde ise el ve kol daha komplike ve karışık bir sisteme bağlı.
Futbol tribünlerinde erkekler daha hakim. Basketbolda ise kadınlar daha fazla. Sıkıldınız değil mi... O zaman söyleyin bakalım. Basketbolcular mı daha zeki olur, yoksa futbolcular mı?
Ah şu tahtarevalli futbolumuzun başına gelenler. Bir yukarı çıkıp, bir aşağı inerken bakın neler oldu neler. Bunu çarşaf çarşaf köşelerini dolduran yazarlarımızdan öğreniyoruz. Ne var ki bizim eskiden beri yazdıklarımızı şimdi yeniymiş gibi tekrarlıyorlar.
Nasıl mı? Sıralayalım... Daha birkaç hafta evvel başkanlar özel işlerine baksınlar, bıraksınlar şu teknik adamlığı dememişmiydik. Şimdi bu arkadaşlarımız bu tezi öne sürüyorlar. Hele hele bir de bu başkanlardan biri, ‘Yoksa bunlar beni mi istemiyorlar’ demez mi! Günaydın başkan...
Geçmiş şampiyonalardan evvel bu kondisyonlarla bir yere varamayız diye sık sık yazmıştık ve bu şampiyonalara veda etmiştik. İşte bize göre kondisyon, bizde hala istim gibi sonradan geliyor. “Takım içinde psikolojiye önem verilsin, takımların tıp doktorundan çok psikologlara ihtiyacı var” dememiş miydik! Mağlubiyetlerden sonra oyuncuların birbirlerine yaptıkları ağır suçlamalara ne demeli. Kabahatli sensin ben değil yoluna sapmaları birbirlerine olan agresifliklerini gösteriyor. Ne var ki, bu şöhretli zengin çocuklar gazetelerin futbol sayfalarından çok magazin sayfalarında yer almayı seviyorlar. Gelsin sevgililer, saatler, son model arabalar gibi.
S
İçtenlik, psikolojik açıdan zor açıklanabilecek bir kelimedir. Belki de anlamında samimiyetin bütününü taşır. Yani yaptığınız harekette içtenlik varsa, samimiyetiniz tamdır. Lafı eveleyip gevelemeyelim. Sadede gelelim.
Milyonlar teklif edilen, yolu beklenen, ha geldi ha gelecek denen futbolcu çıkıp gelmiştir. Televizyonların gazetecilerin karşısına çıkarılıp kulüp forması giydirilmiştir. O da ayağa kalkıp, formadaki kulüp amblemini içtenlikle öper ve göstere göstere bir daha öper. Bu genç futbolcunun kulüp amblemini öperken samimiyetinin derecesi ne kadardır dersiniz. Buradaki içtenlik bankadaki milyonlarla ölçülebilir mi?
Günler geçer, yıl geçer, gelsin gece kulüpleri, gelsin şımarıklıklar, kondisyonsuzluk, sahadaki isteksizlik... Ve bir de bakarsınız ki bu sevgili futbolcunuz yeni milyonlarla bir yabancıya kaçmış. Kimse gocunmaz. Zira alan da veren de razıdır. Genç futbolcunun yeni kulübündeki merasimi afedersiniz bize göre bayağı matraktır. Zira ona yine yeni kulübün forması giydirilir. O da yine televizyonlar karşısında ayağa kalkıp, formasındaki amblemi içtenlikle öper. Acaba öpülen kimdir, nedir...
Yoksa taraftar mı? Hani deriz ya ‘öpüldünüz’ diye işte bu öpücük
Sayın başkanım; “Allah aşkına siz şu futbol işini teknik direktörlerinize, menajerlerinize, basın sözcülerinize bırakıp kendi özel işlerinize dönseniz nasıl olur” diyen biri çıksa ne olur dersiniz?
Başkan bu; mühim maçların tahminlerini o yapar, her ne kadar yüzde yüz yeneriz derse de yeniliriz. Filancayı satın alırız derse alamayamız, başka kulüp başkanlarına verip veriştirir, teknik direktörü o seçer, o atar. O futbol tanrısı olarak ne derse doğrudur.
Diğer taraftan başkanlığın prestij yanında siyasi ve ekonomik getirisi vardır. Padişahlık gibi bir şey. Bir de yabancı kulüp başkanlarına bakıyoruz. Fransıza, İngilize, Almana, “Sizin kulübün başkanı kim” diye sorsanız apışıp kalır, çünkü bilmez. Berlusconi de başkandır ama oyuncu satın almaz. Rus başkandır ama yatında oturur, sesi çıkmaz. İşte böyle; hani biz de sayın başkanlar ellerini şu futboldan çekseler daha mı iyi olur diye düşünmeden edemedik.
Böyle düşündük ise günah mı işliyoruz acaba? O zaman tövbe tövbe. Öyle ya Suudi Arabistan kralı bir takım satın alsa ve gelip bizim başkanlardan teknik bilgiler istese nasıl olur? Ne övünürüz ama!
Çelme takmak dilimize çeşitli anlamlar taşımak üzere girmiştir. Çelme esasında iradeli bir harekettir, karşısındakini düşürmeyi hedefler; ama manevi anlamda da kulanılır. Böyle kullanıldığında “bana çelme taktılar” deriz. Yani belli bir yere gelmemiz istenmemiştir. Daha sonraları futbol oyunu sahneye çıkınca çelme takmak büyük bir suç olmuştur. Hele hele arkadan yapılırsa, kırmızı kartla oyundan atılabilirsiniz.
Hani futbolda da akademik tartışmalar oluyor ya... Biri çıkıp sorabilir. Böyle bir akademisyen “Hani oyunda oyuncunun oyuncuya çelme takmasını anladık da hakeme çelme takmak da ne demek oluyor” diye araştırabilir. Böylece oturup işin psikolojisine geçmek gerekir. Profesörün biri kalkıp “Esasında bu çelme hakeme değil takıma, kulübe, hatta taraftara atılmıştır” derse ne cevap verebilirsiniz? Doğrudur demekten başka çareniz yoktur. Ama milyonların havada uçuştuğu futbol endüstrisinde profesyonel futbol yaşının 30’ları pek az geçtiği düşünülürse, genç futbolcuların psikolojik yapılarının vahşi batıda görüldüğü gibi dengeli olması çok zordur. Yani zaman zaman iradeli davranışlar yerini kontrolsüz, irade dışı hareketlere bırakabilir. Meşhur Zidane’ın bir milli maçtaki
Çok hassas bir toplumuz. Hoşlanmadığımız hakikatleri işitmek istemeyiz. Zavallı Alex de bunu herhalde anlamıştır. Çocukluğumuzda efendi adamlara Avrupa görmüş adam derlerdi. Neydi o tantanalarla ilan ettiğimiz maçta sonra olanlar. Hani nerede Avrupa görmüş dost taraftarlar.
Bizdeki futbol taraftarı, Avrupa görsün veya görmesin maçın güzelliğinden ziyade sonucuna kilitlenmiştir. Öyle ya caddede, kahvede, hatta evde karşı tarafı kızdırmanın tadı, baldan daha fazla.
Ciddileşelim... Sporda rekabet vardır. Rekabet yoksa sporun tadı olmaz. Maalesef gelişmemiş toplumlarda rekabet sporu çirkinleştiriyor. Bu çirkinleşmede yalnız taraftarın değil, sporcuların ve yöneticilerin de rolü var. Hele hele yöneticilerin derbi maçlardan önceki ve sonraki konuşmalarını karşılaştırmak gerekiyor. Ortada nasıl şizofrenik bir farklılık olduğunu görürsünüz.
Maçtan önce, şeker sözleri, dostluk kardeşlik sözleri, maçtan sonra tukaka... Hani nerede kişisel olgunluk, efendilik, topluma örnek duruş. Haydi gelin şimdi bir ukalalık yapalım. Sporculara ve idarecilere saldırganlığı ve küfürbazlığı önleyecek öğretici seminerler düzenleyelim. Çünkü dostluk maçı böyle olursa, gelecek için tehlike çanları çalıyor