Fedai Ünal

Fedai Ünal

fedonunal@gmail.com

Tüm Yazıları

Hepimizin, herkesin acelesi var. Hep bi yerlere ulaşma telaşındayız. Mutluluğu ulaştığımız yerde zannediyoruz. Tüm hazzı ulaşınca alırız, musmutlu oluruz zannediyoruz. Halbuki keyfin, güzel zamanların gidilecek yolda olduğunu unutuyoruz.

Hayatı da kestirme yaşıyoruz. Doğduğumuzda hemen büyümeyi istiyoruz. Okula başladığımızda hemen mezun olmayı, çalışma hayatına atıldığımızda da bi an evvel emekli olmayı düşünüyoruz. Ve bunların her birinin sonunda çok mutlu olacağımızı varsayıyoruz. Mutluluğun başlamak ile bitirmek arasında olduğunu atlıyoruz. Arada geçen zamanın kıymetini anladığımızda bir ‘keşke’cilik başlıyor zihnimizde. Ee o zaman da iş işten geçmiş oluyor.

Haberin Devamı

Salgın döneminde iyiden iyiye insanların birçok şeyin farkına vardığını düşünmeye başlamıştım. Mesela daha temiz bi çevre, hayvanlara duyarlı, birbirlerine saygılı, yaşamdan çok daha fazla keyif alan, küçük şeylerle mutlu olmayı bilen bir toplum olacak fikrim vardı. İlk kez sokağa çıktığımda da bu fikrimi muhafaza ediyordum. Ama aradan geçen zamanda çektiğimiz çileleri hemen unuttuğumuzu gördüm, görmeye de devam ediyorum. Yani demem o ki, döndük yine başa. Eski taas, eski hamam.

Bunları neden mi yazıyorum?

Anlatayım.

12.00’de mezat

Keyfin, mutluluğun gidilecek yolda olduğunu unutuyoruz dedim ya, işte geçen hafta böyle bi yoldaydım. Kilometreleri bir bir aşarken hep bunlar geçti aklımdan. Sonra, yazayım ben bunları yahu, belki bi kişi etkilenir, hayatına dokunurum diye düşündüm.

Geçen hafta maaile şöyle bi Çeşme’ye gittik. Kestirmeleri seçmekten uzun yolda olanları kaçırıyoruz diye genel olarak hep eski yolu tercih ediyoruz. Ama bu kez eski yolu seçmekle kalmadık, ara yollara da girerek gittik Çeşme’ye. Önce, her gün saat 12.00’de yapılan Özbek balık mezatına uğradık. Şööyle bi deniz kokusunu içimize çektik. Nasibimize düşen sarıkanat istavritleri koyduk buzluğumuza, sonra da ver elini Barbaros köyü. Karaburun kavşağını aşıp yokuşu tırmandık. Aslında canımız yokuşun ortasındaki restoranda, odun ateşinde yapılan piliçlerden de çekmedi değil ama buzluktaki balıklar daha cazip geldiğinden devam ettik yolumuza. Manzara kahvesinin ordan Barbaros köyüne doğru sallanırken, hâkim bi yerden aşağıları seyrettik. Güneş tam tepemizde olmasa, karnımız da zil çalmasa bu doyumsuz manzarayı daha çok izlerdik ama mecburen düştük yine yola. Hızlıca bir Barbaros köyü turu attık. Bu köyün evlerine, meydanına, hemen her yerde görebileceğiniz korkuluklarına hayranım. Köyden biraz domates, biraz da soğan ve biber alıp gitmeyi planladığımız Kara Ahmet’in Yeri’nden önceki son köy olan Kadıovacık’a doğru koyulduk yola. İçecek ikmalimizi de Kadıovacık’ta yapıp yokuş aşağı bıraktık kendimizi.


Kısa yol Çeşme’ye  uzun yol keyfe gider


Haberin Devamı

Kara Ahmet

Ve işte Ahmet Amca’nın, namı diğer Kara Ahmet’in Yeri’ndeyiz. Burası Kadıovacık köyü ile Ildırı arasında minik bir kır kahvesi, bir piknik alanı. Elektrik yok, yemek yok, telefon çekmiyor ama biz buraya bayılıyoruz. Ne var peki burada diyecek olursanız, çay var, kahve var, ateş var, yağ var ama en çok da muhabbet var. Hafta içi gittiğimizden, Ahmet Amca’nın yerinde kimse yok. Bizim gibi yoldan geçen bi iki kişi soluklanmak için duruyor. Biraz oturup devam ediyor yoluna.

Haberin Devamı

Cırcır böceklerinin eşliğinde hiç vakit kaybetmeden balıkları ve diğer malzemelerimi her zamanki yerimize, küçük kır kahvesinin hemen arkasına taşıyorum. Kamp ocağımı yakıp hızlıca balıklarımı atıyorum üzerine. Sevgili eşim Ebru da bol soğanlı salatayı yapmaya başlıyor. 15 dakika içinde masamız hazır oluyor. Bol soğanlı salata eşliğinde balıkları indiriyoruz mideye. Üzerine birer de kahveyi içip toparlanıyoruz. Haydi bakalım yola.

Enginarlı midye

3-5 kilometre sonra Ildırı’dayız. Denizi gördüğümüz ilk noktada duruyoruz. Karnımız tok ama yıllardır bu köşede midye satan ve midyesini, zeytinyağlı, enginarlı yapan Baki Usta’dan alışveriş yapmadan geçemiyoruz. Buzluktaki balıkların yerini bu kez sıcak midyeler alıyor. Ildırı sahili, küçük ama şirin bir yer. Tepemizdeki güneşi örten bir ağaç gölgesinde şöyle bi soluklanıp tekrar Çeşme’ye doğru yola koyuluyoruz. Arabanın dört camı açık, rüzgârın homurtusuyla, öylece hiç konuşmadan varıyoruz Alaçatı’ya. Eşim Ebru, “Fedo içim yandı, birer dondurma yiyelim” diyor. Arabamızı uygun bir yere park edip dondurmacı aramaya koyuluyoruz. Şansa bakın ki, seçtiğimiz Alaçatı Selanik Pastanesi takipçim çıkıyor. Sanki 40 yıllık dost gibi sohbet ediyoruz. En çok Çeşme limonlu dondurmasını beğeniyorum.


Kısa yol Çeşme’ye  uzun yol keyfe gider


Akşam çökerken Alaçatı sokakları kalabalıklaşmaya başlıyor. Eskiden olsa dalardım kalabalıklara, ama bu salgın bizi insanlardan korkar hale getirdi. Risk almanın bir manası yok deyip yavaşça terk ediyoruz bu güzelim taş sokakları. Yine otoban kullanmıyoruz. Eski yoldan gidiyoruz evimize. Yoldan kavun, karpuz, biber, domates ala ala...

Demem o ki dostlar; maksadınız gezmekse eğer, buna zaman ayırdıysanız, iki satır bi eğlenti için çıktıysanız yola, aceleniz olmasın. Güzel bi yemekse arzunuz, bilin ki güzel olan yemek değil, edilen muhabbettir. Kendini anlat dese biri bana, şöyle derim: Ben lezzetin muhabbetine âşık bi adamım, gezmenin hedefe varmak için değil, keyif için yapıldığına inananlardanım. Biraz yavaşlayın, uzun yolun tadını çıkarın. Güzel bi hayat yaşayın...