Özledik di mi, sevdiklerimize sarılmayı?
Aynı sofrayı paylaşmayı özledik di mi?
Yere düşen ekmeği, hemencecik alıp, üfleyip yemeyi özledik di mi?
Gülümsemeyi, konu komşuya laf atmayı, dedikodu yapmayı, işten kaytarmayı, araba kullanmayı, kuyrukta beklemeyi, sıkış tepiş otobüsleri özledik di mi?
Annemize babamıza sarılamaz, çiçekleri koklayamaz olduk.
Her kötü şeyde olduğu gibi, “Neden bizim başımıza geldi?” sorusunu sormaya başladı zihnimiz.
Belki de ilk kez tüm dünya, hep birlikte soruyoruz bu soruyu. Neden geldi bu bizim başımıza? Yüksek sesle dillendirmiyoruz, ama soruyoruz.
Sadece yaşamak
Hemen herkesin bu soruya kendince bir cevabı var. Kimine göre doğa kendini yeniliyor. Baksanıza; buzullar donmaya başladı, ozon tabakası yenilendi, son yıllarda hiç olmadığı kadar temiz hava soluyoruz.
Kimine göre, Tanrı’nın gazabı. Kimine göre de, Çinlilerin yemek alışkanlıklarının bir sonucu.
Ben doğanın kendini yenilediğini düşünenlerdenim. Değil mi ki bilim insanları, varoluşun başlangıcı sayılan, doğanın en önemli parçalarından suyun hafızasının olduğunu kanıtladı. Öyleyse, tüm bileşenleriyle ‘doğa’nın bir hafızası olsa gerek. Yaşadıklarımızın da doğanın kendini koruma, yenileme içgüdüsü olduğunu düşünenlerdenim. Yoksa hangi savaş, hangi güç dünyanın neredeyse tamamını evine hapsedebilirdi, di mi?
Ya da hangimizin aklına gelirdi; maksadı sadece yaşamak, hayatta kalmak olan, gözle görülemeyecek kadar küçük bir canlının bunları yapabileceği? Hiçbirimizin!
Aklımıza gelseydi bu durumda olmazdık.
Şimdi milyarlarca insan evlerimizdeyiz.
Önce korktuk! Çözüm bulmaya çalışıyor bilim insanları. Bulacaklar da!
Bizler de evlerimizde boş durmuyoruz tabii. Bugüne kadar hep ertelediğimiz, bi türlü vakit bulamadığımız, son dönemde bizim adımıza başkalarının yaptığı bi şey yapıyoruz.
Düşünüyoruz...
İnive bi aşaya...
Evet, düşünüyoruz! Geçmişi düşünüyoruz, geleceği düşünüyoruz. Bugüne kadar çok önemli dediğimiz şeylerin aslında ne kadar önemsiz olduğunu düşünüyoruz. Özgürlüğün ne olduğunu, nelerden oluştuğunu düşünüyoruz. Basit şeylerin aslında ne mucizevi değerde olduğunu fark ediyoruz. Yeni şeyler öğreniyoruz mesela. Evde yoğurt, ekmek yapıyoruz. Azın da insana yettiğini öğreniyoruz. Paylaşıyoruz, paylaşmayı yeniden öğreniyoruz. Sonra konuşmayı, merhabayı yeniden öğreniyoruz, kıymetini yeniden keşfediyoruz...
Galiba yeniden insan olmayı keşfediyoruz.
Şimdi nereden çıktı bunlar, neler diyor bu adam demeyin.
Bu sabah sütçümüz Necmettin Abi aradı. “Fedai, 10 dakkaya sizin ordayım, inive bi aşaya” dedi.
Sarılma hissi
Normalde, eşofmanım üzerimde, terliğimi ayağıma geçirir geçirmez beş dakkada kapıya inerim. Fakaat, malum virüs bizi öyle bir şekle soktu ki, sormayın gitsin. Önce üzerime eve geldiğimde ivedi yıkanabilecek bi şeyler giydim. Sonra el dezenfektanımı koydum cebime, maskemi taktım, lastik eldivenlerimi geçirdim ellerime, terliklerimi giydim ve öyle indim aşağıya.
Necmettin Abi’yle alışverişimizi yaparken, malum sosyal mesafe kurallarında, her ikimiz de maskeli bir şekildeydik. Güneşli bir bahar gününe hiç uygun değildi durumumuz, ama yapacak bi şey yok. Biraz daha sabredeceğiz. Bu virüsten kurtulmak istiyorsak evde kalmayı sürdüreceğiz.
Sütümü, yumurtamı alıp asansörün düğmesine basarken aklıma geldi.
Sarılmaktan vazgeçer mi dünya?
Sarılma hissi icat edilebilir mi? Bi evladı, anneyi, babayı, bi sevgiliyi bizim gibi öpebilir mi akıllı telefonlar?
Hayır! Öpemez, sarılamaz! Öpmemeli, sarılmamalı da zaten.
Ama biz kendimize bi çekidüzen vermezsek, doğayı, insanı ve tüm canlıları yeniden keşfetmezsek telefonlarımızdaki, bilgisayarlarımızdaki emojilerin en sevdiklerimizi öpmesi, sarılması uzak değil!
Gerçeğinin yerini tutar mı, o sıcaklığı verir mi bilmem.
Ama o günler uzak değil...
Evde kal Türkiye, evde kal Güzel İzmir...
Sebzeli risotto
Hayat sürüyor. Her şeye rağmen sürüyor. Sabah akşam mideler boş durmuyor. Yemek yemekte biraz geciksek gurultular geliyor karnımızdan. Biliyorum, sıkıldınız evde kalmaktan. Ama yapacak bi şey yok. Ve yine biliyorum ki, hepimiz aşçı kesildik evlerimizde. Hem de çoluk çocuk demeden. Hiçbi şey yapamasak, ekmek yapıyoruz, yoğurt mayalıyoruz. Çok da iyi yapıyoruz bence. Bugün sizlere bir İtalyan pilavı, risotto tarifi vereceğim. Düşündüm ki, pilavı çok seven bir millet olarak pirincimizi farklı bir usulle pişirmek, mutfağınıza minik de olsa neşe katar. Oldu, olmadı derken azıcık keyiflenirsiniz.
İşte malzemelerimiz:
- 300-350 gr nişastası yoğun pirinç (baldo olabilir)
- 150 gr tereyağı
- 1 su bardağı rendelenmiş parmesan peyniri (Yoksa sert kaşar, tulum)
- 2-3 yemek kaşığı zeytinyağı
- Kabak, taze fasulye vb. sebze
- 2 litre et suyu (tavuk, kırmızı et fark etmez)
- Bir baş soğan
- Karabiber
Küp küp doğradığınız soğanları derin bir vog ya da benzeri tencerede kavurun. (Bu arada risottonuza ekleyeceğiniz sebzelerinizi ayrı bir tavada kavurun.
Ben taze fasulye ve kabak kullandım, siz de bunları kullanabilirsiniz.) Ancak soğanlar pembeleşmeyecek. Kıvam alan soğanların üzerine pirincinizi yıkamadan ilave edin. Kavurmaya devam edin. Bir iki dakika sonra pirinciniz kristalleşince, orta sıcaklıktaki et suyunuzdan bir kepçe ekleyin. Coss sesi eşliğinde pirincinizi karıştırın. Et suyunuzu, pirinciniz suyunu çektikçe ilave etmeye devam edin. Bu işlemi pirincinizi kurutmadan, malzemeniz bulamaç kıvamı alana kadar tekrarlayın. Bu miktarda bir pirince 2 litre et suyu yetecektir. Pişip pişmediğini bir pirinci tadıp anlayabilirsiniz. Tattığınızda dışı yumuşak, orta kısmı hafif sert kalıyorsa risottonuzun altını kapatabilirsiniz. Şimdi tereyağımızı risottoya ekleyebiliriz. Yavaş yavaş karıştırarak kendi sıcaklığında, tereyağı eridikten sonra rendelenmiş parmesan veya diğer rende peynirimizi ekleyebiliriz. Son olarak, kavrulmuş fasulyemizi ve kabağımızı dilersek ilave edip karıştırabilir, dilersek de servis yaparken risottomuzun üzerine koyabiliriz. Afiyet olsun.