Ne tuhaf başlık di mi? Aslında, domates, biber, patlıcan olması gerekirdi diye düşünmüyor değil insan. Ama öyle değil! Domates, biber, yangın!
Çarşamba günü kıymetli bi abimle şöyle Bayındır’a doğru uzanalım dedik.
Salgın sürecinde ertelediğim işlerime bir başlangıç yapalım diye düştük yollara. Malum, kısa yol pek sevmiyorum ben, uzun yol iyi geliyor, pek keyif alıyorum. Direkt otoban üzerinden Bayındır’a gitmek yerine, dağ yollarından Bayındır’a gitmeyi seçtik. Kemalpaşa, Armutlu, Bayramlı ve Çınardibi üzerinden şöyle bi Bayındır Ovası manzarasıyla ulaşırız gideceğimiz yere dedik. Hem sonra yolda, sevgili eşlerimizin istediği zerzevatı da yollarda bulabilir, böylece evde kendilerinden yüksek puan alabilirdik. Dahası, zerzevatı dalından toplayabilir, karnımızı doyurmakla kalmayıp ruhumuzu da besleyebilirdik.
Yolda olmayı seviyorsanız ne kadar yavaş giderseniz gidin, varacağınız yere çabucak varıyorsunuz. Ya da bize öyle geliyor. Daha İzmir’den çıktık diyemeden Armutlu’da bulduk kendimizi. Buraya kadar dümdüz bir asfalt yoldan geliyoruz, ama bundan sonrası virajlı, dar fakat bi o kadar da güzel Bayramlı yolu var önümüzde. Yola giriyoruz ve birden bambaşka bir dünyadayız. Hemen sağımızda yükselen dağ eteklerinde zeytin ağaçları biz tırmandıkça azalıyor, yerini çam, çınar, meşe ağaçlarına bırakıyor. Şehrin gürültüsü bir bıçak gibi kesiliyor. Yerini, derin bir rüzgâr uğultusu ve bunu şenliğe çeviren kuş seslerine bırakıyor. Arabanın camlarını açıyoruz arkadaşımla, yavaş yavaş, öylece hiç konuşmadan epeyce bir yol alıyoruz.
Hiçbir şey düşünmeden, uzaklara bakıp bu sesin, yeşilin içinde olmak büyük bir huzur veriyor insana. Yavaş ve derin bir sessizlik içinde tırmandığımız yol, Bayramlı köyüne gelmeden hemen önce uzaktan çok da belli olmayan, bilmeseniz yanından geçip gideceğiniz bir biçimde çatallanıyor. Bu sapak, bizi Ali Abi’ye götüren yer. Ali Abi kim diyorsunuz değil mi? Uzun zaman önce, bu yol nereye gidiyor derken keşfettik Bayramlı’yı. Ali Abi de bu köyün hemen altında, gizli denebilecek bir tarlanın sahibi. Derenin kenarında bir şeyler yiyelim diye durduğumuzda bize “Hoş geldiniz, bi eksiğiniz var mı, hadi yemeğinizi yiyin, çayları bende içelim” diyen geniş yürekli bi adam. Böyle tanıştık Ali Abi’yle. Şimdi de el emeği, göz nuru yetiştirdiği sebzelerden almak için girdik bu dar yola.
Şehirli aceleciliğiHer zamanki gibi neşeyle, samimiyetle karşılıyor Ali Abi bizi. Hemen tarlasının yanına kütük ve tahta parçalarıyla yaptığı masasına davet ediyor. “Abi acelemiz var, domat, biber, patlıcan ne varsa biraz alıp gideceğiz” diyerek, tam bir şehirli aceleciliğiyle giriyoruz söze. O ise “Durun bakam yahu, ateş almaya mı geldiniz” deyip başlıyor sohbete. Bir iki işten güçten söz ettikten sonra yakın zamanda piknikçilerin yarattığı tehlikelerden söz ediyor. “Geçen akşam gelirken, şu kuru derenin kenarında bi parıltı gördüm. Bi iki seslendim, ses yok. Vardım parıltının yanına... Koca iki kütük yakmışlar, işleri bitince de öylece bırakıp gitmişler. Ne yapacağımı şaşırdım. Allah’tan yanımda bi plastik kap vardı. Birikintiden aldığım suyla söndürdüm ateşi. Düşünsene Fedai, Allah yazmasın bi ateş olsa buralar ne olur halimiz, bi daha ot bitmez buralarda, şu çınarlara baksana, kirazlar, çamlar, aç ölürüz valla” diyerek gözleri dehşet içinde anlatıyor Ali Abi. Bu sırada yavaşça yerinden doğrulup “Ge bakam, şu geçen bulamadığın domatları bulalım” deyip yürüyor tarlanın içine. Tarla tam dağın eteğinde, doğanın tam göbeğinde. Ali Abi’nin gerçekten binbir güçlükle, el emeği, göz nuru ile ürünlerini yetiştirdiği bi yer. Her şey doğal. Domatesleri, biberleri, patlıcanları toplarken başımı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum. Bi yan alabildiğine yeşil doğa, bi yan alabildiğine mavi gök... Az önce Ali Abi’nin anlattıkları geliyor aklıma. Bi mangalcı ateşi, bu muhteşem doğayı bitirebilir. İçim ürpererek domates toplamaya dönüyorum.
Domateslerimizi toplayıp tekrar kütük masanın etrafında toplanıyoruz. Ali Abi, elinde bi tutam tuz ve bıçak ile geliyor. “Bunun dadı burada çıkar. Kes bi domat, tadına bakın” diyor. Kesiyoruz hemen bi domates, tuza bana bana, suyu parmaklarımızdan aka aka yiyoruz arkadaşımla. Gülen gözleriyle, emeklerinin karşılığını almış, mutlu mutlu bizi izliyor Ali Abi.
Müsaade isteyip kalkıyoruz. Bizi uğurlarken ardımızdan sesleniyor: “Fedo yaz len bunları, ateş mateş yakmasın arkadaş bu mangalcılar, bak bu gidişle ne domates, ne biber, ne patlıcan alabilceniz burlardan. Bak bu gidişle ne benim bu klima (esintisine diyor) kalcek, ne bi hayvan, ne bi su. Gupguru bi dağ kalcek. Yaz len bunları, ormanda yakmasınla, bu bu ateşi...”
Haklı Ali Abi, yakmasınla! Daha dün Sığacık Ekmeksiz Plajı’nda mangalcılar yüzünden korkunç bir yangın vardı. Hem doğa yok oldu, hem de insanların araçları yandı.
Mangalsız deniz, piknik olmaz mı? Olur elbet, olur da nedense bunu bi türlü oturtamadık kafamızda.
Pikniğe gidince ilk aklımıza gelen, et, domates, biber, mangal!
Güzel, güzel olmasına ama bir de şöyle düşünün, domates, biber, yangın!
Yakmayın dostlar, olmadık yerde, kontrolsüz alanlarda, hele hele ormanda asla ateş yakmayın. Yoksa mangalın üzerine koyacak ne biber, ne domates bulabileceğiz...
Müzik ruhun gıdasıdırBulgaristan seyahatim dönüşünde Edirne’de şöyle bir gezme şansım oldu. Hatta hepinizin yakından tanıdığı, yol arkadaşım Seçkin İyener Abimle “Selimiye Camii, Edirne’nin her yerinden görülür” söylemini bile test ettik. Evet, şehrin dört bir yanından minareleri görünüyor. Doğruymuş.
Tabii, böyle bir test yapınca yoruluyor insan. Nedense bir Edirne ciğeri çekiyor canı. Gezi sonunda arabamızı park edip çarşı içine ciğer yemeye giderken görüyoruz Zeyno Kasetçilik’i. Çarşı girişinde, duyanların içini kıpır kıpır yapan müzikler çalıyor. Vitrininde 70’li, 80’li yılların sanatçılarının fotoğrafları asılı. Kulağımıza tatlı tatlı gelen, içimizi kaynatan Ankara havalarıyla giriyoruz çarşıya. Dayanamayıp dükkânın önünde duran abiye “Ne güzel dükkân, ne güzel müzikler çalıyorsunuz, şahanesiniz valla” diyorum. Böyle başlıyor Alaaddin Kalıpçinben Abi’yle sohbetimiz. 17 yaşında Bedesten Çarşısı’nda başlamış kasetçiliğe. Asıl hoparlörcüymüş Alaaddin Abi... “Dükkânı sanayiye taşıyacaksın dediklerinde, kasetçilik ağır bastı, bırakamadım, burada kaldım” diye anlatıyor. 1975 yılından bu yana aktif olarak kasetçilik yapıyor. “Eskiden tee bu taksi durağına kadar kuyruk olurdu burada” diyor. “Asker de kalmadı Edirne’de, eskisi gibi değil işler. Şimdi artık kaset yerine USP dolduruyoruz” diye devam ediyor.
Sürekli aynı müzikleri çalmıyor Alaaddin Abi... “Her saatin müziği ayrıdır; sabah işe giden memura ayrı, öğlen yemeğe giden insanlara ayrı müzik çalarım” diyor. Öylesine seviyor ve saygı duyuyor ki yaptığı işe, “Eşim rahmetli olduğunda bile kapanmadı dükkân. Esnaf arkadaşlara, ben cenazeden gelene kadar müzik çalmayın dedim” derken hüzünleniyor.
Ankara havasıyla girdiğimiz, kalbimizi, ruhumuzu besleyen bu küçük dükkândan yine aynı neşeyle, kıpır kıpır ayrılıyoruz. Sen çok yaşa Alaaddin Abi, nice yıllar sürdür bu işi ve biz hep senin müziklerinle girelim Edirne çarşısına...