Şimdi nerden aklıma düştüyse sığırcık kuşları geldi aklıma. Sonra ne alakası varsa İzmir Atatürk Stadyumu’nda oynanan Türkiye-Almanya maçı...
Akıl işte, bilgisayar gibi ihtiyacın olduğunda değil, her daim çalışıyor.
Televizyonda İftarlık Gazoz filmini izliyorum. Bir cami sahnesi var. Küçük çocuk, sela okuyor. İmam, akşam milli maç olduğundan cemaat maça yetişsin diye namazı hızlı kıldırıyor.
Şimdi oluyor mu böyle şeyler bilmem ama bizim çocukluğumuzda olurdu.
Mahallenin tüm çocukları göğsümüzde Kuran, yaz boyunca camiye giderdik. Rahmetli dedem, üstüne bir de Kuran’ı iyi öğreneyim diye mahallenin hacı amcasına ayrıca ders aldırırdı. Pek istekli gitmezdik Kuran kursuna, ama ille bizi heveslendirecek şeyler bulurdu büyükler. Mesela kurstan sonra limonata pek güzel olurdu, yanında torpil (tatlı) efsaneydi. Dedem cebimize limonata parası koyardı. Okumanın değil de, limonatanın hatrına giderdik Kuran kursuna.
Alsancak Ortaokulu’nda okudum ben. Mahalleden Ruşit arkadaşımla birlikte giderdik okula. O zamanlar sarı renkliydi öğrenci biletleri. Otobüse biner, bi kutuya atardık. Kutunun içinde ateş sistemi vardı, yanardı kâğıt bilet. Bütün otobüsler yanık, duman kokardı. Okula 47 numaralı otobüsle gider, dönüşte de ya yine aynı otobüsle ya da 51 numaralı Barbaros otobüsüyle dönerdik. Saati şaşmazdı 47’nin. 51 Barbaros, biraz serseri mayın gibiydi. Sağı solu belli olmazdı, kafasına göre takılırdı. Okuldan çıkıp Kahramanlar’a, Verem Savaş Dispanseri’nin önüne yürürdük. Accık erken çıkarsak da elimizde sapanlar, Fuar’daki ağaçlarda gecelemeye gelen sığırcık kuşlarını avlardık! İyi yapmazdık belki ama çocukluk işte avlardık...
Sadece sığırcık mı? Ne bulsak vururduk. Şimdiki doğa bilinci o zaman vardı desem yalan olur. Yalnız bi nenem vardı ki, başka bi kadındı. Dedim ya, biz ne bulsak avlar eve getirirdik. Rahmetli nenem, vurduğumuz kuşları görünce önce bizi bi haşlardı, sonra da kaşlarını çatar, “Madem vurdunuz, yiyeceksiniz bunları” der, pişirir koyardı önümüze.
“Keyif olsun diye bir canlıyı öldüremezsiniz” derdi. Şimdiki aklımız olsa hiç vurmazdık o kuşları, ama dedim ya çocukluk işte...
Böyle bi günün akşamıydı. Ruşit’le birlikte çıktık okuldan, sallana sallana geldik durağa. Her zamanki saatinde geldi 47 numara. Duman kokulu otobüsün en arkasına oturduk. Elimizde siyah bond çantalar, üzerimizde lacivert ceket, üçgen bağlanmış kravatlarla okulda olan bitenleri konuşa konuşa yola koyulduk. Tam Atatürk Stadyumu civarına geldik, Taç Sanayi’nin önünden geçerken ilk durakta indik otobüsten.
Türkiye-Almanya milli maçı vardı o akşam. O zamanlar maçın son 15 dakikası kapılar açılır, herkes girerdi stadyuma. Biz de o 15 dakikayı izlemek için indik otobüsten. Tam Zaim Usta’nın lokantasının önünden karşıdan karşıya geçmek için hazırlandık. Ruşit fırladı geçti. Ben önce bi hamle yaptım, sonra geri çekildim. Tereddütlü bi şekilde tekrar atıldım yola ki, olan oldu. Vosvos bir yemek minibüsü ile yüz yüze geldim ve bi anda havada iki takla atıp yere düştüm. İndi arabadakiler, hastaneye götürmek istedilerse de, gitmedim, korktum. “İyiyim ben” deyip çantamı kaptığım gibi Ruşit’in yanına koştum. İkimiz de sanki hiçbir şey olmamış gibi maça gittik. Aklımda kalan, bizim kalede Şenol Güneş, Almanya’nın kalesinde de Schumacher vardı. Ha bi de Rummenigge Alman Milli Takımı’ndaydı. Çıktık maçtan. Sonra bi uğultu koptu. Onca yaşanana rağmen golümüzü de görememiştik. O zamanlar beraberlikler, galibiyet gibi kutlanırdı Türkiye’de. O maçta öyle oldu.
Eve vardığımızda saat epey geçti. Kazanın korkusuyla, her zamanki neşem yoktu üstümde. Eve giderken fark ettim ki, yere yuvarlandığımda ceketimin kolu yırtılmıştı. Annem sorduğundaysa “Okulda düştüm” dedim. Ben yemeğimi yiyip üzerimi değiştirirken babam kaşla göz arasında Ruşit’in evine gidip olan biteni öğrenmiş. Salona geldim. Koltuğun ucuna oturdum, sessizce televizyonu izlerken babam, “Oğlum geçmiş olsun, araba vurmuş sana, hadi kalk hastaneye götüreceğim seni” derken gözlerinden yaşlar süzülüyordu. O güne kadar babamı ağlarken hiç görmemiştim. Öyle sık sık başımızı da okşamazdı. Sert adamdır babam. Ama o an sertlikten eser yoktu. Bir dağ ağlıyordu...
O günü hiç unutmadım.
Annem rahmetli oldu, babam sağ.
Dedim ya, İftarlık Gazoz filmini izlerken, sığırcıklar, Kuran kursu, nenem, annem, babam, maç, sonra 47 numaralı otobüs, arkadaşım Ruşit geçti gözümün önünden.
Annemin, “Ana, baba olunca anlarsınız” sözleri çınladı kulaklarımda...
Yazmak, sizlerle paylaşmak istedim bunları.
Karın doyuran bi yazı olmadı belki yazdıklarım ama ruhunuz doyar belki...
Kim bilir?
Kalın sağlıcakla...