Lezzetin muhabbetinin nerede geçeceği belli olmaz. Epey zaman önce İzmir Hatay Behçet Uz Parkı bitişiğinde bulunan Petunya Kafe’nin sahibi Cihan abiyle kahve içiyoruz. Kendisi Ayvalıklı. Tam da o sıralar Bulgaristan seyahatine çıkacağım. Konu hep memleket anlayacağınız. Bi ara dedi ki “Oğlum hep bu lezzet mekanlarını sen bilecek değilsin ya, al bi tane de ben söyleyeyim sana” Meraklandım. Sordum tabi hemen, “Yolunun üzerinde, Altınova’da Arnavutoğlu Yoğurtçusu, bi koyun yoğurdu var akıllara zarar” dedi ve bitirdi muhabbeti. Yaktı fitili çekildi kenara da diyebiliriz buna biz.
Memleket yollarına düştüğüm gün Altınova’da buldum Arnavutoğlu Yoğurtçusu’nu, 2 kilo yoğurdu seyahat boyunca yedik yol arkadaşım Seçkin İyener abimle birlikte. Hele içine acılı biber salçası karıştırılmış halinin lezzetini anlatamam size. O zaman sohbet etme fırsatı bulamamıştım Ahmet Helvacı ile. Dönüşte de çok geç saate rast geldiği için ne yoğurt alabilmiştik ne de kendisini görebilmiştik.
Yugoslavya’dan
En son
Evet! Daha önce Manisa kebabı, şimdi de Tire köfte hakkındaki düşüncelerim değişti.
Tire köftenin öyle çok özellikli bi köfte olmadığını, bunun yanında örneğin Salihli odun köftenin daha özellikli olduğunu düşünürdüm. Ancak gerçek şu ki, ben biraz önyargılıymışım. Bu yerel lezzetleri, yerinde, doğru insanların elinden yiyince farkı görebiliyorsunuz.
Bu ara iş, güç vesilesi ile Tire, Bayındır civarına gidip geliyorum. Geçen hafta Tire’ye gittim bi abimle. Malum bizim yaptığımız her türlü yolculuk biraz uzun sürdüğünden, seyahate olabildiğince erken çıkıyoruz. Güne Torbalı girişinde Alaçatılı Yusuf Usta’da çorba ile başladık. Sonra da ver elini Tire.
Bu şirin ilçenin kendine özgü lezzetleri pek meşhur. En bilinenlerinden birkaçı, sabah erken saatte yenen tak tak kebabı, bi diğeri, tatlı lor üzerine dut reçeli gezdirilerek sunulan tatlısı, çamur peyniri ve elbette Tire Köftesi.
Aslında tam da alt etmek üzereydik şu korona illetini. Araya bi bayram, bi tatil, bi de düğünler girince yeniden hortladı hastalık. Aylardır doğru dürüst iş yapamayan restoranlar tam da bi iki tıngırdamaya başlamışken hastalığın yeniden hortlaması yeniden hepimizi tedirgin etti.
Mesela ben aylardır doğru dürüst gezdiğimi, yeni yerlere gittiğimi söyleyemem. Kemeraltı burnumda tütüyor ama cesaret edip gidemiyorum. Hele bu aralar hasta sayısının artışı beni yeniden evcimen yaptı.
Bi yerlere gidersem de mesafeli, kurala kaideye uyan mekanlara gitmeye çalışıyorum ki son zamanlarda restoranların büyük çoğunluğunun özenli olduğunu söyleyebilirim.
Tamam, evcimen oldum olmasına ama ayaklarım dursa aklım gidiyor bi yerlere.
Zor olmadı
Geçen hafta eşim ve oğlum kayınvalideme gittiler. Her yıl olduğu gibi aşure yapacaklardı. Ben de fırsat bu fırsat uzun zamandır bir arkadaşımın ısrarla “Abi ille gitmelisin, çok güzel mekan” dediği bir yere doğru yola çıktım.
Yoldan ısrarcı arkadaşımı da aradım “Ben Silvatown’a gidiyorum, uygunsan hadi sen de gel” dedim.
Uzun zamandır bir et restoranına gitmedim. Sebebi şu, öyle tuhaf şekillere sokuldu ki bu iş açıkçası nereye gitsem bu tuhaflığa rasgeleceğim düşüncesi hakim oldu bende. Geçen hafta sevgili arkadaşım Nihan Yarkent “Abi Urla’da şahane bir yer açıldı seni oraya davet ediyoruz, fikrin bizim için kıymetli” deyince kıramadım, “Tamam” dedim. Yerin adı Urla Sahne, içindeki restoranın adı The Guru. Dedim ya Nihan’ı kıramadım, hatta “Abi şef Ali Çetinkaya çok güzel işler çıkarıyor” deyince, “Kızçem sakın benden öyle ulvi yorumlar bekleme, benim etle olan bağım rahmetli babaanneme dayanır, bugün de nereye gitsem hep onun yaptığı ile kıyaslarım yediklerimi” dedim.
Küllerinden temizlerdi
Malumunuz Balkanlıyım ben. Bir dağ köyünde doğdum, 8 yaşına kadar da bu köyde büyüdüm. Nenem, rahmeti anneciğim evin önünde yakılan ateşte, kazanda ısıttıkları suyla yıkarlardı çamaşırları. Son suyla da bizi banyo yaparlardı. İşte o banyonun bitişini heyecanla beklerdim ben. Çünkü
Bir dükkanın önüne “tarihi” yazma kolaydır. Zor olan o tarihi yaratmaktır. Hele hele Kemeraltı gibi bir çarşıdaysanız daha da zordur. Bugün çarşıyı gezerseniz birçok işyerinin çok öncesi olduğunu, halihazırda çocuklar, torunlar tarafından devam ettirildiğini görürsünüz. Çok azdır Numan Pide gibi o tarihi halen yazan, devam ettiren yerler. Evet biraz karışık girdim sanıyorum konuya. Anlatayım hemen.
Efendim dün kıymetli bir abimle hızlandırılmış bir Kadifekale turu yaptık. Kızı da bizimle birlikteydi. Kendi gözümüzle, kendi gezdiğimiz gibi gezdirelim istedik onu. Ama sıkışık bir zamana denk geldiğinden kızçemizi iyi gezdiremedik. Nasip bi dahakine daha güzel gezeriz inşallah.
Salça siparişi!
Ne tuhaf başlık di mi? Aslında, domates, biber, patlıcan olması gerekirdi diye düşünmüyor değil insan. Ama öyle değil! Domates, biber, yangın!
Çarşamba günü kıymetli bi abimle şöyle Bayındır’a doğru uzanalım dedik.
Salgın sürecinde ertelediğim işlerime bir başlangıç yapalım diye düştük yollara. Malum, kısa yol pek sevmiyorum ben, uzun yol iyi geliyor, pek keyif alıyorum. Direkt otoban üzerinden Bayındır’a gitmek yerine, dağ yollarından Bayındır’a gitmeyi seçtik. Kemalpaşa, Armutlu, Bayramlı ve Çınardibi üzerinden şöyle bi Bayındır Ovası manzarasıyla ulaşırız gideceğimiz yere dedik. Hem sonra yolda, sevgili eşlerimizin istediği zerzevatı da yollarda bulabilir, böylece evde kendilerinden yüksek puan alabilirdik. Dahası, zerzevatı dalından toplayabilir, karnımızı doyurmakla kalmayıp ruhumuzu da besleyebilirdik.
Geçen hafta mecburi bir Bulgaristan seyahati yaptım. O kadar hızlandırılmış bir giriş çıkış oldu ki, Kırcaali Pazaryeri ve yabancılar şubesi dışında hiçbir yeri görmedim. İki günlük bir ziyaretin ardından yurda dönüşümde kimselere yanaşmadan, beni Edirne’de bekleyen Seçkin İyener abimle birlikte düştük İzmir yollarına.
Hedefimiz kamp ata ata İzmir’e iki, üç günde varmaktı. Tamamen plansızlık üzerine bir plan yaptık. Edirne’den ayrılmadan önce instagram üzerinden takipçim Yusuf Çetin “Abi eğer Uzunköprü’ye uğrarsanız sizleri Köfteci Niyazi’de ağırlamak isterim” diye mesaj atmış. Hem Yusuf ile tanışmak hem de çok sevdiğimiz Köfteci Niyazi’nin sahibi Özcan abiye merhaba demek için ilk molayı Uzunköprü’de verdik. Köftelerimizi yerken sohbet yine lezzet mekanlarıydı.
Bizleri Uzunköprü’ye davet eden Yusuf sohbet sırasında Yeniköy’de İsmail’in Yeri diye bir restorandan bahsetti. Yaptıkları fırında kuzuyu anlata anlata bitiremedi. Hal
Bu ara doğaya attım kendimi, bi gün Karaburun, bi gün Bayındır, bi gün Çınardibi köyü... Savrulup duruyorum. Geçen hafta da bu geleneği bozmadım. Bu sefer çok farklı bi şey yaptım, İzmir’i denizden seyrettim. Evet evet, yanlış okumadınız; Güzel İzmir’i denizden seyrettim. Hem de denizkabuklarıyla oluşmuş bir ada üzerinden!
Uzun zamandır benim, tatlı, deli, sıradışı komşum Ertan, “Hadi abi, bi kano yapalım” deyip duruyordu. Her seferinde bi bahane uydurup geçiştiriyordum. Ama son hamlesine bir cevap veremedim. Evet demek zorunda kaldım. Çünkü, kaleyi içten fethedip oğlum Efe’yi heveslendirmişti. Heveslendirmekle kalmamış, @kanoizmir ile işbirliği yapıp bizi bir organizasyona dahil etmiş bile. Ah Ertan, ah!
İlk buluşma
Ben değil ama Efe akşamı zor etti. “Ne zaman beş olacak baba?” diye diye bi hal oldu. Bilmeyenler için yazayım, oğlum Efe otizmli, yani birçok insan için basit denebilecek şeyler bizim için zor olabiliyor. Neyse, kaçacak yeri olmayan ağa takılmış balık misali takıldık Ertan’ın peşine, soluğu