Dün sevgili eşim Ebru, “Ne yazacaksın bu hafta Fedo?” deyince, yanıtım çok net oldu. “Ne yazayım Ebuş, baksana deprem yıktı geçti, üzerine salgın aldı başını gitti, yetmedi can arkadaşım Fatih’in oğlunu kaybettik, o da yetmedi kıymetli büyüğüm Nedim Bey’i (Demirağ) yitirdik. Tadım tuzum kalmadı” dedim.
Şöyle bi düşününce, İzmir’in yakından tanıdığı, benim de hayatımda önemli bi yere sahip olan Nedim Bey’i sizlere anlatmaya karar verdim.
1993, 1 Ocak’ta başladım Hürriyet gazetesine. Omuzlarıma kadar saçlarım vardı. 15 gün geçmedi, “Hürriyet burası” dedi abim, “Kaldırmaz uzun saçı.” Ben de hemen kestirmiştim. Fakat sonra anladım ki, hata etmişim. Çünkü, güzel insanların yeriymiş Hürriyet. Başında da çok güzel bi insan varmış. Öyle bi insan ki, dokunmadığı kimse yokmuş.
Aslında bir kez görmüştüm Nedim Bey’i... O zaman Cumhuriyet gazetesinde çalışıyordum. Gece bizleri eve bırakan aracımız şehir hattını dağıtır, sonra bizi
Bazen kendimize gelmek için sarsılmak gerekir!
Hiç olmasaydı, ama depremin sarsıntısı biraz olsun aklımızı başımıza getirdi diye düşünüyorum. Gördük ki, yaşadığımız o lüks binalar, ihtişamlı oldukları kadar sağlam değiller. Gördük ki, okulda öğretilen deprem önlemlerinin biçoğu yanlış. Gördük ki, hepimiz afete hazırlıksızız.
Bir de şunu gördük; felaketler kenetliyor bizi birbirimize.
İzmirlilik ruhu çıkıyor ortaya. Hep derim, bu şehir insanı asimile eder diye! Bir, bilemedin iki yılın sonunda geldiğin memleketini unutur, İzmirli oluverirsin. Dedim ya, bi İzmirlilik ruhu çıkar, hoşgörü çıkar ortaya, dayanışma başlar bi anda.
Daha deprem olur olmaz, İzmirli ilk şoku atlatır atlatmaz, Bayraklı’da, Bornova’da aldı soluğu. Sonra yurdun dört bi yanından arama-kurtarma ekipleri geldi. Canla başla, kendi yaşamlarını hiçe sayarak daldılar enkaza... İzmirli, hemen yardıma başladı. Doldu taştı Âşık Veysel Rekreasyon alanı. Herkes oradaydı...
Böyle atlatıldı ilk şok. Ama asıl iş şimdi başlıyor. Asıl yardımlaşma zamanı şimdi... Evsiz, barksız,
Aykut Enişte filminden bi replik bu. İnsanın hayatına dokunan, defalarca seyrettiği filmler var ya, işte benim için öyle bi film Aykut Enişte. İnsanların menfaat ilişkilerini sorgulayan bir film. Benliğimizi, insanlığımızı, mütevazılığımızı kaybetmememiz gerektiğini anlatan bi film.
Biliyorsunuz, bir deprem felaketi yaşadık hep birlikte, tüm İzmir. Bütün İzmirliler, canımız burnumuza geldi. Canlar yitirdik, mucizeler yaşadık. Enkaz altında kalan canlara üzüldüğümüz kadar, kurtulan canlara sevindik.
Peki, kimdi yardımımıza koşanlar? İnançları, siyasi görüşleri neydi, önemli miydi sizce?
İşte “Bize ne oldu?” sorusu geldi depremden sonra aklıma. Aykut Enişte geçti gözümün önünden.
Biliyorsunuz, depremin hemen ardından kendini bilmez üç beş kişi sosyal medya hesaplarından, İzmir’le, İzmirlilerle ilgili abuk sabuk paylaşımlarda bulundu. Bu paylaşımları, buradan onlar gibi düşünenlerin ekmeğine yağ sürmemek için paylaşmayacağım.
Sizinle paylaşmak istediğim şey başka.
Oğlum Efe’yle Mavişehir’de, 7. kattaki evimizde
Onlar sadece yemekle, modayla, gezmekle, tozmakla uğraşmıyormuş…Bir arkadaşım şöyle demiş “onlar fenomen değil, kahraman”.
Sağolsun nezaket göstermiş ama asıl kahramanlar, depremi tüm şiddetiyle yaşamış ve enkaz altında kalmış insanlar için hayatlarını hiçe sayan, Türkiyem’in dört bir yanından gelip, uykusuz, yorgun, günlerdir iğneyle kuyu kazar gibi enkazdan canları kurtaran arama kurtarma ekipleri. Asıl kahramanlar, gecelerini gündüzlerine katan, koronayla mücadeleye bir de deprem felaketinin yaralarını saran sağlık çalışanları.
En kahramanlarsa, kat kat enkazın altında kalıp hayata tutunanlar.
En kahraman canlar bu saydıklarım elbet.
Aslında bu haftaki yazı konum Hürriyet Gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök’ün 23 Ekim 2020 tarihli “Bodrum mu, Urla mı?” başlıklı yazısıydı.
Katıldığım yönleri olduğu kadar, katılmadığım tarafları da çok Özkök’ün yazısının.
İlk paragrafı şöyle yazının “Varlıklı Beyaz Türk” çevrelerinin son günlerdeki en moda güzergâhı hiç şüphesiz Urla...
Gün geçmiyor ki, Instagram’da, arkadaş sohbetlerinde Urla’ya gidip oradan paylaşım yapan bir grup tanıdık insan görmeyeyim...
Dikkat ediyorum yeni ziyaret güzergâhında olmazsa olmaz üç-beş yer var.
Yeter ki anlatılsın
Çok doğru, varlıklı insanların son dönemde en popüler yerlerinden biri Urla. Aslında sadece varlıklı olanların değil herkesin gündeminde Urla.
Bu hastalık var ya bu hastalık, hakikaten feleğimizi şaşırtmış bize!
Yahu insan bi lahana tarlası görünce sevinir mi?
Seviniyormuş...
Çarşamba günü maaile İzmir Torbalı’ya gittik. Oradan da şööyle bi Bayındır’a uzanıp geri geldik.
Biliyorsunuz, felsefem yolda olmak, hedefe varmak değil. Torbalı’dan Bayındır’a giderken anayoldan, önümüze çıkan bir ara yola saptık. Nasıl olsa navigasyon var. Kaybolsak bile bizi illa bir yere çıkarır. Hoş, navigasyon olmasa da sapardım ya bu yollara, neyse...
Zeytin ağaçları arasında, biraz asfalt, çokça toprak yoldan giderken önümüze çıkan lahana tarlaları gözümüze çarptı. Sonra marul, sonra yine lahanalar...
Vallahi yalan yok, lahana hayatımda hiç bu kadar hoş ve aynı zamanda önemli görünmemişti gözüme. Şöyle bi düşününce, sokağa çıkamadığımız günlerde gıdanın, üretenin, toprağın ne kadar önemli olduğunu anladık. Ya da bi çoğumuz anladı. Belki de bu yüzden bu kadar güzel ve önemli göründü
Önceki gün İnstagram’da dolanırken sevgili arkadaşım Mehmet Ay’ın (@yemeklebitmez) sayfasında paylaştığı turşu, yitip giden, kaybolan lezzetlerimizi aklıma düşürdü.
1 Eylül 2018 tarihinde Alaşehir Üzüm Festivali’ne davet edilmiştik. Şehri turlarken bir düğüne rasgeldik. Bu küçük beldede herkes tanıyor birbirini, elbette bizim Mehmet’i de tanıyorlar. Biz daha “aa düğün” diyemeden baş köşede yerimiz hazırdı. Hemen kavurmalar, keşkeklerle donatıldı masa. Gelen onca güzel yemeğin içinde biri çok dikkatimi çekti. Turşu!
Nasıl anlatsam bilemiyorum. Kimimize göre basit bi turşu. Bana göreyse artık unutulmaya yüz tutmuş, lezzetli, farklı bir düğün turşusu. Görseniz, “Ana! Bu o turşu mu?” diyeceğiniz, kimimizin çabuk turşu diye adlandırdığı, bir gecede hazırlanan şahane lezzet. Dedim ya, Mehmet dostumun bu paylaşımı aklıma birçok eski yemek getirdi. Neredeyse iki gündür bu konuyu düşünüyorum. Böyle kaybolmaya yüz tutmuş, hatta kaybolup gitmiş kaç
Yıl 1977. Sekiz yaşında bir çocuğum.
Bi sabah erkenden kalktık evimizi, nenemizi, dedemizi, çocukluğumuzu ardımızda bıraktık, düştük yollara.
Sekiz yaşında bi çocuğun aklında ne kalırsa benimde aklımda onlar kaldı işte.
En yakın arkadaşım Ruşen, karda kızak yaptığımız çamaşır leğeni, yolda karnımız acıkınca annemin baharat karışımına bandığımız bazlaması. Sonra bi kamyon, koca dedemin eşeği ve o zamanlar bana kocca bi şehir gibi gelen minik bi kasaba, uzuun, bitmez bi de tren yolu.
Sonra bilmediğin insanlar, gülenler, ağlayanlar, toprağı öpenler, askerlere sarılanlar. Bi de koskoca bi bayrak, Türk Bayrağı...
Küçücük bi yüreğe sığan koskocaman bi göç hikayesi bi de...
İşte 77 senesinde Bulgaristan’dan anavatan Türkiye’ye gelirken aklımda kalanlar bunlar...