Valla, son dönemde hep eleştirdiğim ekonomi yazarlarına döndüm. Herkes kendi konusunu yazsın, çizsin derken bi de baktım, bi sürü konuda ahkâm kesiyorum. Gerçi bi köşesinden gastronomik (nasıl havalı laf di mi) mevzuya bağlıyorum konuyu ama gene de şehre, memlekete dair, siyasi, ekonomik yazılar yazar oldum. Bu satırları yazmadan önce şöyle bi güzide camiamızın her şeyden anlayan bikaç yazarına baktım. Son zamanlarda neler yazmışlar diye. Ohoo o! Neler yok ki...
En son Amerika’daki kongre baskınını bile yazmışlar. Diyeceksiniz ki; kardeşim adamlar köşe yazarı, yazacak tabii.
Yahu yazsınlar elbet, bi şey demiyorum da... Arkadaş, İzmir’de yaşıyorsun, bölge ekine köşe yazıyorsun, İzmir’in anlatılacak konusu, projesi mi yok, onları yaz. Ne bileyim, yazının bi yerinde İzmir, Aydın, Manisa, Muğla, Ege geçsin, di mi?
Telefonumu sildim
Amaan neyse, sıkmayayım sizi. Yemeye, içmeye döneyim ben... Size bi kasap dükkânından bahsetmek istiyorum. Öyle bi kasap ki, en son facebook’ta var olan telefonumu sildirdi bana! Instagram ve facebook hesabımda
Öğrendik be! Bu illet virüsle yaşamayı da öğrendik!
Sevdiklerimizden uzak durmayı, öpüşmemeyi, el sıkmamayı, ellerimizi sık sık yıkamayı, bol bol C vitamini almayı ve daha bi sürü şeyi öğrendik. Tüm bunları öğrenirken çok zorlandık. Hâlâ öğrenmeye devam ediyoruz, bu gidişle uzunca bir süre de devam edeceğiz. Eyvallah! Ama çok sıkılmadık mı yahu! Hele şu yılbaşında içeride kaldığımız dört gün var ya, hepten bunalttı beni. Pazartesi ne yapsam, ne etsem diye düşünürken bi telefon keyfimi yerine getirmeye yetti. Eee ne demişler, kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş.
Kıymetli ve de kafa dengi bi abim aradı, “Ya Fedo, Pazartesi bi Ayvalık’a gitsek mi? Bir iki işim var, hem onları hallederiz hem de kafamız değişir.”
Cümlesini bitirmesine fırsat bile vermeden “Evvet, olur abi” dedim.
3 ekmek ve su
Pazartesi sabah erkenden düştük yollara. Eskiden olsa aheste gider, aheste gelirdik. Lakin şimdi erken gidip erken dönmek gerek. Malum, akşam 9’da sokağa çıkma yasağı var.
Öğleye doğru Ayvalık’a vardık. İvedi
Karantinalar, sokağa çıkma yasakları, kısıtlamalar duygularımızı körelti! Hele şu maske yok mu, şu maske, kalbimizi soğuttu, susturdu hepimizi. Standart cümlelerin dışında konuşamaz olduk birbirimizle. “Nasılsın, eşin, çocuklar nasıl, büyükler iyi değil mi...” İşte bu kadar artık görüşmelerimiz.
Halbuki insan sosyal bir varlık. Gözleriyle, diliyle, vücuduyla iletişim kuran, sadece aklıyla değil, kalbiyle de düşünen, karar veren bir canlı.
Bir arada olmayı, kalabalıkları sever insan. Bunun için vardır çarşı, pazar, han, hamam...
Ne diyor bu adam, yemek yazmıyor mu, bu felsefi laflar nerden çıktı, dediğinizi duyar gibiyim.
Daha fazla meraklandırmayayım sizi, sadede geleyim.
En az sizin kadar sıkıldığım 2020’den kurtulmayı dilemiştim. İkinci dileğim; virüssüz, sağlıklı bir dünya. Ve üçüncü dileğim... Üçüncü dileğim de son depremde ciddi şekilde hasar gören İzmir Büyükşehir Belediyesi binasının yıkılması! Evet evet, yanlış okumadınız, belediye binasının yıkılması ve Konak Meydanı’nın daha çok insanın
Hani neredeyse her sohbette “Yarın ne olacağımız belli değil” diyoruz ya!
Çok doğru!
Yarın ne yapacağımız da belli değil...
Pazar günü Bodrum’dan, Hürriyet’in eski seri ilan müdürü, ablam Melike Kormaz’ın eşi, kıymetli abim Erdoğan Uduan aradı. Dedi ki, “Fedo, yeni yıla ahtapotsuz girme, sana yakaladığım ahtapotlardan ayırdım, ne zaman istersen gel, al.”
Sağ ol, bakarız Abi, deyip kapattım telefonu. Sonrasında başka bir arkadaşımla yaptığım konuşmada bundan bahsedince, arkadaşım “Yarın gidelim hadi Fedo” deyince... Yahu o kadar yol gidilir mi falan deyip kahkahayla güldük.
Enteresan olan, sabah 9’da Bodrum yolundaydık ve hâlâ gülüyorduk. 3 saat sonra Bodrum Turgutreis’te Erdoğan Abi’yle buluşmuştuk bile. Gönül isterdi ki Melike Ablamın, Erdoğan Abimin evinde bi kahve içelim, ama salgından ötürü uzak uzak merhabalaştık. Açık havada buluşup İzmir’den getirdiğimiz hediyelerimizi verdik, abimin elleriyle tuttuğu ahtapotları aldık.
Şööyle bi pazarın kıyısından geçtik, tam “Hadi
Balıkçı Hüseyin Usta’yı bilirsiniz. Bornova’da, Tatmahal’de dükkânı. İzmir’e, balığın sadece deniz kıyısında yenmeyeceğini, denizden uzakta da güzel şeylerin yapılabileceğini gösteren adam Hüseyin Abi... Bu aralar her yere gitmeyi, oturup iki lafın belini kırmayı özlediğim gibi, ustayı da pek özledim. Hüseyin Usta’nın dil şişi meşhurdur, salatası efsanedir. Gözünüzün önünde yapar salatayı, aynı anda siz de yaparsınız ama nedendir bilinmez, her defasında onun salatası çok daha lezzetli olur. Galiba el melekesi denen şey bu olsa gerek... Bi de balık çorbası pek güzel olur ustanın. Salgından önce ara ara gider, içerdik. Malum bu aralar dükkân kapalı, hasretiz ustanın yemeklerine. Bi keresinde “Usta, ne var Allah aşkına bu çorbada?” diye sorduğumda tarif etmişti. Ben de geçen gün aklımda kaldığı kadarı ile yaptım. Ev ahalisi pek beğendi. Eşim Ebru, sırrını istedi ama ben vermedim.
Şimdi ona vermediğim sırrı size söyleyeceğim. Siz de yapın balık çorbasını, vitaminsiz kalmayın...
Aslında
Hani şu pazarlarda sap kısımlarının görüntüsü arapsaçına benzeyen, kök kısmı koca bir yumruk büyüklüğünde bir bitki var ya, hah işte onun adı rezene.
Oğlum bebekken bağırsak düzeni için şurubunu kullanmıştık. Tek bildiğim buydu bu bitki hakkında.
Zeytinyağlı yemeğiyle tanışmam, İzmir Alsancak Hisarönü Balık Pişiricisi’nin eski sahibi Eşref Uraz sayesinde oldu.
Eşref Abi güzel esnaftı. Paylaşmayı severdi, ki dükkânını kapatıp emekli olmasına rağmen bilgiyi, tecrübeyi her daim paylaşır. Hatta geçen gün kırma zeytini narla harmanladıkları bi mezeyi yollamış bana. Efsane bi şey... Sonra onun da tarifini veririm, ama bugünkü konumuz rezene...
Yapımı çok kolay... Malzemesi basit... İki rezene, bi limon, iki portakal, tuz ve zeytinyağı, o kadar...
İki büyük boy rezene alın. Her birini 4’e veya 6’ya bölün. Narin saplarını, filizlerini de ayırın bi kenara. İki üç dal taze soğanı ince ince kıyın, zeytinyağında şöyle bi soteleyin. Kestiğiniz rezeneleri tencerenize koyun, en üstüne yeşil yaprak kısımlarını
Hayatımda hiç bu kadar sebze yediğimi hatırlamıyorum. Ispanak, pırasa, kereviz, lahana ne bulsam yiyorum. Maaile ot obur olduk vallahi. Elbette balık ve et de tüketiyoruz ama sebze önceliğimiz. Çünkü güçlü bir bağışıklık için bağırsak sisteminin saat gibi çalışması önemli. Sebzeler hem bunu sağlıyor hem de vitamin olarak çok zenginler.
İşte, saydığım sebzelerin arasında bana göre en favori olanı lahana. Salgından önce suyunu içerek zayıflama aracı olarak gördüğümüz lahana vücudumuzun en büyük destekçisi. Birçok yemeği var lahananın. Ben hepsini severim. Çorbası da, bol acılı kapuskası da şahane olur. Amaa bir sarması olur kii, sormayın gitsin. Bugüne kadar sağ olsun sevgili kayınvalidem Serpil Sayan ne zaman istesek yapardı. Gel gelelim bu salgın bizim sarmayı bile etkiledi. Neredeyse 7 aydır, bırakın aynı sofrada yemek yemeyi, doğru dürüst görüşemiyoruz bile. Hal böyle olunca eşim Ebru ile “Yetti bu lahana sarmasızlık, iş başa düştü, yaparız biz bunu” dedik ve taşın altına elimizi
Şu ara kapandık yine evlerimize. Ben mesela, bu yazıyı kaleme alırken balkonumdaki küçük limon ağacına bakıp güzel günleri hayal ediyorum. Öyle avutuyorum kendimi. Sonra da, şükür biz iyiyiz de, ya çalışmak zorunda olanlar, işyeri olanlar, esnaf ne halde diye düşünmekten alamıyorum kendimi.
Hafta başında bi iki ihtiyacı karşılamak için Kemeraltı’na indim yakın bi abimle. Hem uzun zamandır görüşemediğimizden hasret gidermek hem de evin ihtiyacını karşılamak için gittik. Biraz tedirgindik giderken, çok kalabalığa maruz kalmak istemiyorduk. Kemeraltı’na geldiğimizde gözlerimize inanamadık! O, her zaman kalabalık görmeye alıştığımız çarşı, sanki bomba düşmüş gibiydi. Kimsecikler yok. Uzun zamandır böyle görmemiştim çarşıyı... Neyse alışverişimizi yaptık. Kemeraltı’nın dar sokaklarında yürürken tanıdığımız eanafla sohbet ettik. Malum, benim tanıdıklarım hep yeme-içme işi yapanlar... Elbette, diğer esnafın işi de yolunda değil, bu nalet hastalıktan etkilenmeyen kalmadı. Ancak bu son durumdan en çok restoranlar