Oh bee!
Dünya varmış!
17 gündür evin içinde adım atmadık yer bırakmadık. Ölçmediğimiz mesafe kalmadı. Git, gel, gel git! Tabir yerindeyse, dön baba dönelim.
Gerçi biz evdeydik ama evde kaldığımız sürece haberlerde, sosyal medyada izlediğimiz kadarıyla, naylon torbasını alan sokaklardaymış!
Aman aman, neyse, şükür bu günlere kavuştuk. Tam özgürlüğümüze kavuşamasak, daha henüz maskesiz eski hayatımıza dönemesek de şikâyetimiz yok halimizden.
Yalnız, bundan sonrası çok önemli! Eğer kendimizi koyverir, maske-mesafe-temizlik kurallarına uymazsak, eskisinden daha beter oluruz mazallah. Bu saatten sonra benim konuşmam da yersiz biliyorum ama, gene de hatırlatmakta fayda var.
Dilerim, bir daha ne tam ne de yarım kapanma olur.
Dört, beş, bilemedin 6 elektrik direği vardı köyümüzün. Sıradan, Balkanlar’da bir dağ köyü. Gündüz börtü, böcek, kuş sesleri yayılan, akşam olduğundaysa kurt, çakal, köpek seslerinin yükseldiği bir köydü bizim köyümüz. Bi evden bi eve giderken, yassı pilli, haki yeşil, ikinci dünya savaşından kalma el fenerleri kullanılırdı. Evdeyse her daim elektrik lambası yanmazdı. Gaz lambası yanardı. 1975 ya da 1976’da tanışmıştık televizyonla. Belli bi saatte açılır yine belli bi saate kapanırdı. En çok onun hakkı vardı elektrik kullanmaya. Ha bi de elektrikçi Yakup amca vardı. Hiç görmedik kendisini ama elektrik kesildiğinde nenem, “Yakııp, Yakıp kestin gene lambaları” diye haykırırdı. Zannederdi ki, Yakup amca kesiyor elektriği. Önemli bi insandı Yakup amca. Gece olunca çıkmazdık kapı önüne. Dedim ya sadece köpek sesleri hakim olurdu köye.
Sessizlik
Sonra 1977 senesinde Anavatan’a göç ettik. Üç yıl sonra da 1980 ihtilali oldu. Sokağa çıkma yasağı ilan edildi.
Biliyor musunuz, dünyada temiz tarım 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bozulmaya başlamış. Nazilerin icadı, insanları öldürmek için kullanılan gazlar, savaştan sonra Amerikaya götürülmüş. Hani şu herkesin bildiği meşhur ‘Avrupa gübresi’ var ya, işte o, insanları öldüren gazlar incelenerek üretilmiş. Ta o tarihlerde başlanmış sözde temiz, hastalıksız ürün çalışmaları. Bugün elma gibi sert, günlerce hiç bozulmadan saklanan domates ve daha nice ürün, bu çalışmaların sonucu. Raf ömrü uzun, hızla yetişen, ekonomik değeri olan bu ürünler iyi midir, kötü müdür bilmem. Bilimsel olarak bir cevabım yok. Herkesin fikri kendine elbette.
Bu kadar şeyi sizlere anlatıyorum, çünkü bilim dünyasına itirazım var!
Kıymetli bir tür
Biliyorsunuz, bu mevsim kuzu göbeği mantarı mevsimi. Yurdun dört bir yanında insanlar ormanlarda bu kıymetli mantarı arıyor. Bi rivayete göre, trüf mantarından sonra en kıymetli mantar türlerinden biri kuzugöbeği... Tazesi 200-250, kurusunun kilo
Salgının ilk günleriydi. Önce neye uğradığımızı anlayamadık. Fısıltı gazetesi yüzünden marketleri yağmaladık resmen. Un, makarna, bakliyat, et, ne bulduysak stokladık. Sadece biz değil, tüm dünya aynı durumdaydı. Tek farkımız, tuvalet kâğıdı için kavga çıkarmamak oldu!
Neyse zaman geldi geçti, alışmaya başladık bu beter hastalığa. Daha doğrusu, yaşayarak öğrenmeye başladık. Her gün yeni bir bilgi ile doldurduk aklımızı. Önceleri eldivensiz dışarı adım atmaz, poşetleri bilmem kaç saat dışarıda bekletmeden almazdık içeri, şimdi gevşedik. (Ama ne olur gevşemeyelim, tehlike geçmedi henüz.)
Aradan aylar geçtikçe virüsün insanoğlunu evlerine hapsetmesiyle doğanın kendini yenilediğine şahit olmaya başladık. Hani şu tam da ne olduğunu bilmediğimiz ozon tabakası var ya, neredeyse eski haline geldi üç ayda! Denizlerdeki balık popülasyonu arttı, hatta bilmem kaç yıldır doğada görülmeyen hayvan türleri görülmeye başlandı. Anlayacağınız, virüs insanoğluna iyi gelmedi ama doğaya çok iyi geldi.
Ee ne diyosun Fedo,
Ama bu yıl her zamankinden farklı geldi. Aslında geçen sene de durum benzerdi. O zaman da karantina vardı, şimdi de var.
Yalnız bu seferki fark, hastalığa, karantinaya daha fazla alışmış olmamız galiba. Geçen yıl kapıdan burnumuzu çıkarmaz, çıkaramazken bu yıl teravihler evde mi, camide mi olsun tartışmaları yaşadık. Neyse ki, ramazanın hemen öncesinde bayram dahil evlerimizde olunacağı kararı alındı da, yaz için biraz umutlandık.
İnanın kafam çok karışık. Aslında bu hafta güzel İzmirimizin tarımına, gastronomisine dair bir yazı kaleme almıştım. Sizlerle onu paylaşacaktım, ama baksanıza geldiğimiz duruma. Retoranlar, kafeler gıdaya dair ne varsa kapandı. Tüm dükkânlarda sandalyeler yine ters çevrildi. Dükkânlar derin bir sessizliğe büründü. Galiba bundan sonra, nerede masanın üzerine ters çevrilmiş bi sandalye görsek bize şu an yaşadığımız günleri anımsatacak. Yalnız şunu da söylemeden geçemeyeceğim... Evet, pandemi kuralları erken gevşetildi, şunlar, bunlar da yapılabilirdi diyebilirsiniz. Ama kabul edelim ki, bizim de, işletmelerin de kusurları
Uzun zaman oldu bizim gençlerle bir araya gelip güzel bir restorana gitmeyeli. Geçen hafta cuma günü Evren (@neyedikbeabi) kardeşim aradı. “Hadi abi seni Çankaya’ya Remzi Usta’ya mumbar yemeye götüreceğim” dedi. Şu malum hastalıktan ötürü biraz çekinerek “olur” dedim. İzmir dediğin küçük yer, bi solukta vardık Remzi Usta’ya. Aslında böyle ilk kez deneyimlediğim yerlere kendimi tanıtmadan gitmeyi yeğlerim ama bu kez farklı, Evren’ in konuğuyum ve Evren’de Remzi Usta’da acayip tanınıyor, acayip seviliyor. Neyse, işte çook uzun zamandır uğramadığım Çankaya’dayım. Eskiden bit pazarı kurulurdu bu ara sokaklara. Şimdilerde elektrik, elektronik çarşısı. Yok, yok maşallah.
Biliyorsunuz bu civardaki binalar, hanlar eskidir, bakımsızdır biraz ama Remzi Usta’nın dükkanı tabir-i caiz ise “çiçek gibi”. Han’dan içeriye adım atar atmaz dükkanı arayıp, sormanıza gerek yok. Kokuyu takip edin kafi…
Mahcup olmayayım
İşte geldik Remzi Usta’ya. Karşılamayı
Şöyle diyordu bi yazı, “Gezmek hedefe varmak değildir. Hedefe ulaşmadan yolda geçirilen keyifli zamanlardır.” Bu sözü okuduğumdan beri gezme algım değişti. Etrafıma bakışım, keyif alma duygum gelişti. Farkettim ki ben, hedefi değil, yolda olmayı seviyorum. Çokça andığım, adlarını birçok kez yazılarımda geçirdiğim iki değişmez kamp arkadaşım var. Biri Seçkin İyener, namı diğer @saricanta35. Diğeri de Nevzat Hepçekenler. Yola çıkmak için hızlı karar alır, hızlı da vazgeçebilen kafalarız. Akıl Bodrum dedi çıkarken de nasip, yol nereye götürürse artık. Aslında boş bi yolculuk bizimkisi, Seço’nun karavanını deneyeceğiz. Hoş, ben boş diyorum da çıkılan her yolculuk boş aslında. Dolu olan yol. O da almasını, bulmasını bilene... Seçkin abinin deyimiyle de “mamavanı”nı deneyeceğiz... Mamavan, çünkü Seço karavanında her daim hayvan dostları için mama taşır. Her canlının nasibi vardır onda. Mama değil nasip taşır Seço aslında. MFÖ’nü, “Bodrum Bodrum” şarkısı eşliğinde
Şimdi nerden aklıma düştüyse sığırcık kuşları geldi aklıma. Sonra ne alakası varsa İzmir Atatürk Stadyumu’nda oynanan Türkiye-Almanya maçı...
Akıl işte, bilgisayar gibi ihtiyacın olduğunda değil, her daim çalışıyor.
Televizyonda İftarlık Gazoz filmini izliyorum. Bir cami sahnesi var. Küçük çocuk, sela okuyor. İmam, akşam milli maç olduğundan cemaat maça yetişsin diye namazı hızlı kıldırıyor.
Şimdi oluyor mu böyle şeyler bilmem ama bizim çocukluğumuzda olurdu.
Mahallenin tüm çocukları göğsümüzde Kuran, yaz boyunca camiye giderdik. Rahmetli dedem, üstüne bir de Kuran’ı iyi öğreneyim diye mahallenin hacı amcasına ayrıca ders aldırırdı. Pek istekli gitmezdik Kuran kursuna, ama ille bizi heveslendirecek şeyler bulurdu büyükler. Mesela kurstan sonra limonata pek güzel olurdu, yanında torpil (tatlı) efsaneydi. Dedem cebimize limonata parası koyardı. Okumanın değil de, limonatanın hatrına giderdik Kuran kursuna.
Alsancak Ortaokulu’nda okudum ben. Mahalleden Ruşit arkadaşımla birlikte giderdik okula. O zamanlar sarı renkliydi öğrenci