Prof. Dr. Hurşit Güneş
CHP Parti Meclisi Üyesi Hurşit Güneş 1957 yılında Ankara ’da doğdu. Liseyi Ankara Koleji’nde, üniversiteyi de İngiltere ’de (University of Kent at Canterbury) 1980 yılında Ekonomi ve Politika dalında tamamladı.
1983 yılında Galler Üniversitesi’nden (University of Wales, Cardiff) (Magister in Scientia Economica) derecesini aldı.
1984 yılında Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat Bölümü’ne araştırma görevlisi olarak girdi. Aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi ’ne girerek, 1988 yılında ‘Türkiye’de Para Arzının Belirlenmesi ve Kontrolü’ konulu tezle doktorasını aldı.
1986 yılında Belçika ’da kurulan European Economic Aesociation’ın kurucu üyesi, 1990 yılında da doçent oldu. 1994 yılında Manchester Üniversitesi’nde misafir öğretim üyeliği yapan Güneş 1996 yılbaşında profesörlüğe atandı.
Son dönemlerde dünyada fakat özellikle gelişmekte olan ülkelerin mali piyasalarında çok ciddi çalkantılar yaşanıyor. Ekonomi yönetimi bu gelişmelerin öneminin ne derece farkında bilmiyoruz, ama ekonomik modelin değiştirilmesi artık kaçınılmaz hale geldi. Bununla beraber hükümetin içine girdiği iç ve dış siyasal girdap bir büyük ekonomi politikası değişimini de çok zorlaştırıyor. Başbakan’ın Suriye’de iç savaşın tarafı olması,bBarış sürecinin riskli bir pozisyona girmesi ve nihayet modern orta sınıfın yaşam tarzına baskı uygulanması sonucu patlayan Gezi olayları siyasal iklimi tümüyle değiştirmiş durumda. Kısacası, siyasal konjonktür hiç uygun olmasa da, ekonomik açından politika değişimi o denli kaçınılmaz. Hükümet bu paradoksu yaşıyor.
Türkiye ekonomisi gerçekten 2002-2006 döneminde, oldukça parlak sayılacak biçimde, yüzde 7,2’lik bir büyüme performansı sergiledi. Fakat bu daha sonra birden bire gerileyerek, son 5 yılda ortalama yüzde 3,4’e düşüverdi. İşin daha olumsuz yanı, ilk dönemde yüksek büyüme elde etmek için milli gelirin ortalama olarak yüzde 3,5’i kadar dış açık verilirken, son dönemde bunun yarısı kadar büyüme için neredeyse iki katı kadar dış açık verilir oldu.
2. DÖNEM SORUNLU
AKP iktidarının ilk döneminde dış açık sorun yaratacak boyutta değildi. İkinci dönemde sorun yaratacak boyuta geldi. Ama bol küresel likidite iklimiyle finansman sorunu yaşanmadı. Ancak şimdi dış açık öylesine büyüdü ki, hükümetin büyüme hızını düşürmekten başka çaresi kalmadı. Geçen yıl para politikası buna göre ayarlandı. Hatta bu doğrultuda, bir maliye politikası sürdürülüyor. İlk 6 ayda vergiler (yatırımlar çok artırılmasına rağmen) kamu harcamalarından hızlı arttı. Böylece bütçe fazla verir oldu.
Bu arada son haftalarda Amerikan Merkez Bankası, FED’in tahvil alımları yoluyla küresel piyasalara saçtığı paraları azaltılacağı izlenimi vermesi havayı değiştirdi. Yani 2014 yılının bir aşamasında küresel ortam değişmeye başlayabilir. Bu durumda da Türkiye dış açık finansmanında zorluklar yaşayabilir. Üstelik tüm dünyada faizler yükseleceği için (ki Türkiye’de faizler yükselmeye başladı bile) önümüzdeki dönemde çok farklı bütçe ve makroekonomik sonuçlar ortaya çıkabilir.
FED’İN?POLİTİKALARI
Birincisi, dış açığın finansmanı için yetersiz sermaye girişi karşısında ya rezervlerde düşüş ya da kur seviyesinde yükseliş olabilir. Yahut da her ikisi.. İkincisi, iç faizler yükselebilir. Bu da hem bütçeyi olumsuz etkiler, hem de büyüme hızını. AB’deki talep daralması yüzünden ihracat örselenirken, buna bir de artan faizlerin etkisini eklersek düşen büyüme hızı, beraberinde belirgin bir işsizlik artışına neden olabilir. Kısacası, ABD Merkez Bankasının genişlemeci para politikasının sona ermesiyle AKP’nin cicim ayları sona erebilir. Tabii bu gelişmeleri 2013’te değil, daha çok 2014 itibarıyla bekliyoruz. 12 yıllık bir iktidarın bu sorunu bir türlü çözmeyerek bir fırsatı ıskalaması gerçekten büyük hata oldu. Tam bir bol para bağımlısı ekonomik yapı yaratılmış durumda. Üstelik şimdi iç ve dış siyasal konjonktür de çok olumsuz.
AKP iktidarı boyunca büyüme performansını büyük ölçüde dış borçlanmayla sağlandı. Ancak açıkça ifade edelim ki, aslında bu IMF’nin 2001’de tasarladığı politikanın bir gediği.. Güçlü sermaye hareketleriyle beraber enflasyon hedeflemesi uygulanınca kur baskılanıyor ve dış ticaret açığı patlıyor. Gerçi hükümet yetkilileri dış borcun milli gelire oranının bu dönemde artmadığını, hatta 2002 yılı sonunda dış borcun milli gelire oranı yüzde 56’dan bugün yüzde 43’e düştüğünü savunuyor ama milli gelirde kur düzeltmesi yapıldığında bunun da doğru olmadığı ortaya çıkar.
2003-2006 döneminde büyüme hızının getirdiği (dolarla ifade edilen) milli gelir artışları hep dış açıktan fazla olmuş. Örneğin 2003 yılında milli gelir 16,1 milyar dolar büyümüş ama 7,6 milyar dolar da dış kaynak kullanılmış. 2008 yılında ise gelir artışı 4,8 milyar dolar olmuş, ancak 40 milyar dolarlık dış kaynak kullanılmış. 2009 krizinde milli gelir 30 milyar dolar daralırken bile 12 milyar dolarlık dış açık verilmiş. 2012 yılında ise sadece 18 milyar dolarlık gelir artışı olmuş, yine de dış açık 50 milyar doları aşmış! Demek ki, mevcut politikayla dış açık verilmemesi için artık çok ciddi daralmalara gerek duyuluyor.
CİDDİ MÜDAHELE ŞART
Artık ekonomik yapıya iki noktadan çok ciddi ve kökten biçimde müdahale gerekiyor. Bunlardan ilki vergi sisteminde.. Şu anda Maliye Bakanlığı’nda bir yeni vergi paketi hazırlığı var. Ancak asıl sorun vergi idaresinin özerkleşerek, beyanın esas alındığı ve doğrudan vergilerin ciddi biçimde yükseldiği bir yapının oluşturulamaması. Vergilerin ağırlıklı yapısı ithalat üzerinden olduğundan maliye politikası ile dış denge birbirini otomatik olarak dengeleyemiyor. Örneğin dış açıklar bütçe fazlası yaratıyor!
Para politikasına gelince.. Tıpkı ABD’de olduğu gibi artık enflasyonu tek hedef olmaktan çıkarıp, para politikası hedefleri arasında istihdam piyasasının konulması gerekiyor. Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkede işsizliği önemsemeyen bir Merkez Bankası düşünülemez. Bu hedef değişikliği enflasyonla mücadelenin bir tarafa konmasını da gerektirmez. Kısacası daha gevşek bir para politikası ve daha etkin bir maliye politikasıyla büyüme yeniden yapılandırılabilir. Daha güçlü döviz rezervleri, daha fazla kamu yatırımı ve gayet radikal bir vergi reformu göze alınarak, küresel rekabette önde koşan bir Türkiye amaçlanmalıdır.
Sektörel tercihlerde de iki önemli sektörün hızla güçlendirilmesi gerekiyor: Tarım ve enerji. Son 12 yıl boyunca tarımdaki büyüme hızı kırsal kesimdeki nüfus büyümesinin altında gerçekleşmiştir. Bu açıkça kırsal kesimde net bir “yoksullaşma sürecinin” yaşandığını göstermektedir. İkincisi, enerjideki dışa bağımlılık oranında olumsuz gelişme artarak sürmekte ve sürekli dış açığın ana kaynağını oluşturmaktadır. Kısacası, tarımda daha güçlü bir destek politikasına ve enerjide hızla yerli kaynakları geliştirmeye ihtiyaç var.
Özetle, hükümetin yerel seçimler sürecinde ekonomik performansta üçüncü bir evreye gireceğini, bu evrede düşük büyüme hızının yine yüksek bir cari açıkla, fakat bu kez bir de finansman zorluğuyla karşılaşacağını ifade edebiliriz. Hükümet gereken politika değişimi gereğini görememekte ya da cesaret edememektedir. Öylesine ki, Başbakan anlaşılmaz bir “faiz lobisi” patırtısı çıkarıp, çok ihtiyaç duyduğu yabancı sermayeyi ürkütmektedir. Üstelik şimdi bir de tüm iç ve dış çalkantılar o malum “istikrar” izlenimini hırpalamıştır. Diğer bir deyimle Gezi Parkı protestolarıyla değişen siyasal iklim, artık bir de ekonomik alanda kendini göstermektedir. Gezi Parkı’nda gençlere anlayış göstermeyen hükümet, ekonomide de gereğini yapmayıp, piyasalara diklenmektedir.
Özay Şendir
F-35 meselesinde kitabın orta yeri...
29 Kasım 2024
Didem Özel Tümer
Ankara’da ‘değerlendirme’ kulisi: Öcalan ile kim görüşecek?
29 Kasım 2024
Abbas Güçlü
Diploma mı, meslek mi?
29 Kasım 2024
Abdullah Karakuş
Bölgede satranç ve terörle mücadele
29 Kasım 2024
Mehmet Tez
Suudi Arabistan başarabilecek mi?
29 Kasım 2024