Tıp doktoru, sağlık bilişimcisi. Sağlık Bakanlığı ve Ulusal Sağlık Projesi/ Sağlık Reformları planlama ve koordinasyonunda çalıştı. Strateji Mori Araştırma Şirketi’de Sağlık ve Sosyal Araştırmalar grubunu kurdu. 1997’de gittiği ABD’de de kısa bir araştırmacılık döneminin ardından MIT’de (Massachusetts Institute of Technology) yaşlılık üzerine klinik araştırmalar yaptı. Harvard Tıp Fakültesi’ne bağlı Cambridge Hastanesi’nde sağlık bilişimi departmanın kurucu eşbaşkanı oldu. 2003’ten sonra yerleştiği İngiltere’de NHS’e (Ulusal Sağlık Hizmetleri) bilişim danışmanlığı yaptı ve ardından veri denetim sistemi tasarlayarak hizmete sundu. Halen uluslararası alanda ve Türkiye’de stratejist, bilişimci ve araştırmacı olarak çalışıyor.
Başbakan Erdoğan Kazlıçeşme’de yüzbinlerin önünde yaptığı bir açıklamayı daha önce 9 Haziran’da “tehdit” olarak tanımladığı twitter’dan ifade etmişti:
“@RT_Erdogan: Bu ülkede Türk baharı 2002’de, AK Parti’nin iktidar olması ile başlamıştır.”
Evet, bu doğru. Üstelik, bu Türk baharı 2010 yılında başlayan Arap baharının öncülü. Arap baharı bir patlamalar zinciri şeklinde cereyan ettiyse de, Türk baharı, aksine, kendini muhafazakar demokrat olarak konumlayan AKP iktidarı tarafından uluslararası siyasi literatürde “salam taktiği” diye tanımlanan bir yöntemle hayata geçirildi. Bu yöntemle siyasi hamleler, bir salamın ince dilimlerle kesilip çaktırmadan yenmesi gibi yavaşça uygulamaya kondu. Tuttuğu zamanlarda etkin olan bu yöntemin temel bir özelliği toplumun olanları genelde iş işten geçtikten sonra fark etmesi. Türkiye de bunu 10.5 yıl sonra Başbakan’ından yeni öğrendi.
Tarihsel süreç
Türkiye imparatorluklar devrinin sonunda, Ekim devriminin hemen ardından kurularak dünya savaşları, kaynayan bir ortadoğu, soğuk savaş, darbeler ve Kıbrıs sorunu ile biçimlendi ve modern, militarist, milliyetçi bir laik devlet olarak 1980’e geldi. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasındaysa Reagan ve Thatcher iktidarlarıyla şekillenen neoliberal/neokonservatif akımların da etkisiyle muhafazakar ve devletçilik karşıtı liberal ekonomik politikara yöneldi. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla dünyadaki “antikomünist” rüzgarla etkileşim içerisinde olan Türkiye’nin dini muhafazakar akımı AKP’nin fikri önderliğinde iktidara geldi. Bu iktidarla ‘Türk baharı’, 1923’ten beri gelen cumhuriyet zihniyetini yeniden şekillendirmeye soyundu. Kuruluşundan itibaren Cumhuriyet’in belli bir kurumsallığı yakalamış olması 2002-2013 arasındaki AKP iktidarının belki sancılı ama, göreceli olarak kansız bir biçimde Türk baharını yaşamasına olanak tanıdı.
Arap baharının tarihi arka planına kısaca bakacak olursak, Osmanlı çevresini oluşturan Arap ve Kuzey Afrika ülkelerinin, Türkiye’den, yani, eski merkezden çıkan öncü yapıdan etkilendiklerini ve benzer cumhuriyetler kurduklarını görürüz. Tunus, Mısır, Suriye, Libya ve Irak’ta Osmanlı’nın paylaşımı sonrası önce monarşilere rastlanır, ancak 1950’lere doğru cumhuriyetleşmeler başlar. Hemen hepsinde birer tek partili dönem yaşanır ve her biri en fazla iki üç liderle 2011 isyanlarına gelirler. Tüm bu Arap yönetimleri, esinlendikleri Türkiye gibi modern, militarist ve milliyetçiydiler ve sonuna kadar laik devletçi özelliklerini korudular. Arap baharında demokrasi talebiyle devrildiler ve ardından İslami gruplar iktidarın ya güçlü paydaşları ya da sahipleri oldular. Hiçbirine demokrasi uğramadı. Önceki baskıcı rejimler yerini yenilerine bıraktı. Bunun nedeni, eşitlik, özgürlük, çoğulculuğun henüz anaakım muhafazakar islami örgütler ve cemaatler tarafından içselleştirilememiş olmasıydı. Bu alanda fikriyat düzeyinde cesur ve gönülden katkılar olsa da siyasi fırsatçılık ve hatta ılımlı mücahit İslam medeniyeti vizyonunun kendisi bu anlamlı dönüşümün önündeki en büyük engeller olarak söylenebilir.
Batı’dan gelen esin
AKP’nin iktidara geldiği dönemde 11 Eylül ikiz kuleler saldırısının ardından gelen Afganistan ve Irak savaşları ile yeni global düzende marjinalleşme tehdidi altında kalan İslam dünyası, Batı’dan gelen esinle ‘Ilımlı İslam’ formülüne sarılmak zorunda kaldı ve bir “kurtarma operasyonu” başladı. Türkiye’nin en etkin aktörleri olarak AKP bir yanda, Hizmet hareketi öbür yanda, “İslam aleminde de demokrasi olur” vaadi ile bu yolda bölgesel liderlik iddiasına girerek başarılı oldu ve hatta Arap baharı patlak verdiğinde meydandakilerin yüzünü döndüğü bir formül olarak hazır bulundu.
Bu haliyle Arap baharı aslında ol(a)madığı gibi Türkiye dahi AKP döneminde de demokrasi sınavında başarısız oldu. AKP’nin ilk başta umut ve ilgiyle izlenen AB’ye uyum düzenlemeleri, 12 Eylül darbesi zihniyetini silme uygulama ve niyetleri ya yavaşladı ya da geriledi. Bu 10 yıllık dönemde aşama aşama Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ve modern baskıcı ulus-devlet anlayışına radikal girişimler olmuşsa da, Türkiye’nin bu defacto temel taşları ancak farklı bir zemine itilerek, “ileri demokrasi” söylemi ile öncelikli olarak dindarlığın ihya edildiği bir düzene oturtuldu.
Ergenekon, Balyoz davaları ve 2010 referandumuyla askeri vesayetin gücü azaltılırken polis teşkilatı güçlendirildi. Kısaca, militarist anlayış kalkmadı ama farklılaştı. 2013 itibarıyla AKP, özellikle Kürt meselesinin çözümü için Barış Süreci’nde laik milliyetçiliğe karşı bir cephe açtı, ve demokratik ilkeler yerine din kardeşliği ve neoliberal hedefleri ön plana çıkaran dindar millet anlayışını benimsedi. Bir tarafta dindar millet, öte yanda modern ve laik toplum eski usül milliyetçi kampın kucağına itilmeye çalışılarak Türkiye’de sivil kutuplaşmanın yeni eksenini oluşturmuş oldu.
Bu aşamada bir birikimin sonucu olarak Gezi parkı direnişi, çoğulcu demokrasinin bu bölgedeki yeni bir umudu oldu. Ayrıca, özellikle ABD’nin fikri önderliğini çektiği “seküler ve cemaat tabanlı demokrasi yaygınlaştırma politikaları” ezberini bozma potansiyeline de sahip. Direnişin özellikle Avrupa’da yankılanmasının önemli bir nedeni de bu.
Bugünkü direnişin tarihsel önemi tekçi çoğunluğa karşı, çoğulcu azınlığın isyanı olması. Maalesef, Arap Baharı halkların özgürlüğü, baskı rejimlerinin gitmesi, demokrasi ve çoğulculuk konularında ağızda acı bir tat bıraktı.
Bugün Erdoğan’ın Türk Baharı da bu yönde gidiyor. Arap ve Türk baharları hedefledikleri vesayet rejimlerini ortadan kaldırma amaçlarıyla değerlendirildiklerinde birer başarısızlık örneğidir.
Her biri toplumun farklı kesimlerini ötekileştirdi ve bunları çeşitli baskılarla sindirme yolunu seçtiler. Bu baharlardan modernite, militarizm ve milliyetçilik bu sefer de ‘yeşil’ renkte yeniden doğdu.
Dindar muhafazakarlığın tek tanrı, tek kitap, tek din, tek dil, tek adam, tekçi dayatmasının çağdaş yurttaşlık talepleriyle uyumsuzluğu aşikar.
Yeni ‘insan’ın baharı
Ufukta rantçı, insanlık dışı, baskıcı ekonomik sistemler ve siyasi iktidarlara karşı bir halklar ayaklanması var. Partizanlık, hizipleşmeler ve siyasi çıkardan beslenmeyen ve özgürlüğün, çoğulculuğun savunusunu yapan, şiddet ve baskı dilini dışlayan ‘yeni insan’ın baharı bu. Baskıcılığın karşısındaki donanımı ise keskin ince zeka, mizah gücü, samimiyet, hakkaniyet ve çoğulculukta birleşecek gerçek ilk/nev-bahar bu. Buradan baskıcı dünya düzenine karşı tüm muhalif güçlere yeni bir dil, yakın geçmişteki isyanlara ve sonuçlarına yepyeni bir yön verip etkileri önce Türkiye’de sonra da Arap dünyasında görülecek ve dünyanın tüm muhalif yurttaş inisiyatiflerine bir çekim alanı yaratacak. Buna biraz daha zaman olsa da...
Özay Şendir
F-35 meselesinde kitabın orta yeri...
29 Kasım 2024
Didem Özel Tümer
Ankara’da ‘değerlendirme’ kulisi: Öcalan ile kim görüşecek?
29 Kasım 2024
Abbas Güçlü
Diploma mı, meslek mi?
29 Kasım 2024
Abdullah Karakuş
Bölgede satranç ve terörle mücadele
29 Kasım 2024
Mehmet Tez
Suudi Arabistan başarabilecek mi?
29 Kasım 2024