Prof. Dr. Ayşegül KİBAROĞLU
Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. Sırasıyla, University of Reading’den Master, Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden doktora derecelerini aldı. Türkiye Bilimler Akademisi’nden aldığı bursla İskoçya, University of Dundee, International Water Law Research Institute bünyesinde doktora sonrası çalışmalarda bulundu.
Fırat-Dicle havzasında su politikaları, uluslararası su hukuku ve çevre politikaları üzerine yayımlanmış birçok eseri bulunmaktadır. Dr. Kibaroğlu, ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde 2003-2011 yılları arasında görev yapmıştır. 2011 eylül ayından bu yana Okan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde görev yapmaktadır. Dr. Kibaroğlu, Fırat-Dicle için İşbirliği Girişimi-ETIC’in kurucu üyesidir.
Ulusal düzeydeki stratejik hedeflerle uyumlu biçimde sınıraşan sular politikaları biçimlendirilmiştir. Suyun, Türk Dış Politikası’nın bir meselesi haline gelmesi, 1980’li yıllarla birlikte, özellikle Fırat-Dicle havzasında çok sayıda büyük baraj ve sulama projeleri inşa etmeyi içeren, kapsamlı bir sosyo-ekonomik kalkınma projesi olan Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) planlanma ve inşa aşamalarında olmuştur.
TARİH VE COĞRAFYA
Dış politikayı belirleyen en önemli faktörler olan ‘tarih’ ve ‘coğrafya’ sınıraşan su politikasının belirlenmesinde de esas rolü oynamıştır. Bu bağlamda, komşularımızla ve bölge ülkeleriyle Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana gelişen siyasi ve ekonomik ilişkilerin durumu sınır aşan su politikasını belirleyen esas çerçeveyi oluşturmuştur. Öte yandan, 20. yüzyılın ikinci yarısının önemli bir bölümünü kapsayan ‘Soğuk Savaş’ Türkiye’nin komşularıyla olan bölgesel ve ikili siyasi ilişkilerini belirlerken sınıraşan su politikalarını da doğrudan etkilemiştir. Bu dönemde Suriye, Irak ve Bulgaristan’la Asi, Fırat-Dicle ve Meriç havzalarında kapsamlı sınıraşan su işbirliğinin kurulamamasında Soğuk Savaş’ın ikili ve bölgesel ilişkiler üzerindeki olumsuz etkisi rol oynamıştır.
Buna karşılık, Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarından bu yana, Türkiye, sınıraşan su havzalarında komşularıyla diplomasi ve uluslararası hukukun araçlarını kullanarak, müzakereler yürütme, antlaşmalar yapma ve geçici veya sürekli teknik komiteler gibi kurumsal yapılar oluşturmayı içeren dış politika çıktıları üretmiştir.
Soğuk Savaş döneminde ‘düşman’ kampta yer alan Ermenistan’la Arpaçay üzerinde inşa edilen ortak baraj, Suriye ile imzalanan Fırat nehrinden su paylaşımını (geçici) olarak belirleyen 1987 Protokolü ve Bulgaristan’la imzalanan bir dizi anlaşma ve protokoller, Türkiye’nin farklı siyasi kamplarda yer aldığı komşularıyla bile sınıraşan su konusunda uyuşmazlıklarını ele alırken, uluslararası teamül hukukunun ve Birleşmiş Milletler (BM) Şartı’nın öngördüğü biçimde barışçıl yollardan çözüm yöntemlerini tercih ettiğini ortaya koymaktadır.
SU HUKUKU
Sınıraşan suların özellikle 1980’lerden bu yana dış politikanın bir unsuru haline gelmesiyle beraber Türkiye bu alanda küresel gelişmeleri izleyen ve bölgesel siyasi koşulları dikkate alan gerçekçi ve tutarlı dış politika ilkeleri belirledi. Bu ilkelerin belirlenmesinde, uluslararası teamül (örfi hukuk), antlaşmalar hukuku, doktrin ve yumuşak hukuk kurallarından etkilenildiğini iddia etmek yanlış olmaz. Dünyada çeşitli coğrafi, sosyal, siyasal ve ekonomik özelliklere sahip sınıraşan su havzalarındaki uyuşmazlıkların işbirliğine dönüştürülmesi için uluslararası su hukukunun suyla ilgili anlaşmazlıkların çözümünde ve su kaynaklarının daha iyi yönetilmesi ve tahsisi için evrensel kuralların belirlenmesinde önemli rolü olabilmektedir.
Uluslararası su hukukunun birçok ilkesi iki tür kaynaktan beslenmektedir: Antlaşmalar ve uluslararası örfi (teamül) hukuk. Antlaşmalardan kaynaklanan kurallar göreli olarak daha kolay tespit edilebilirler ancak bazı maddelerin farklı yorumlanması olasılığı daima mevcuttur. Örfi uluslararası hukuk kurallarını saptamak ve uygulamaya dönüştürmek görece daha zordur. Önde gelen uluslararası su hukuku kurumlarının bu kurallarla ilgili sürdürdükleri kodifikasyon çabaları sürece büyük oranda katkıda bulunmuştur. Bu bağlamda, 1997 yılında BM Genel Kurulu’nda “Uluslararası Su Yollarının Ulaşım Dışı Amaçlarla Kullanılmasına İlişkin Sözleşme” kabul edilmiştir. Türkiye, Sözleşme’nin BM Genel Kurulu’ndaki oylamasında, özellikle İkinci Bölümü’ndeki “planlanan (sınıraşan su kaynakları üzerindeki projelerin) önlemlerin önceden haber verilmesi” ve “uyuşmazlıkların barışçıl yollardan çözümü için zorunlu yargısal mekanizmalar” ilkelerini içermesinden dolayı red oyu vermiştir. Öte yandan gerek uluslararası teamül (örfi) hukukunun gerekse başta BM Sözleşmesi olmak üzere uluslararası antlaşma hukukunun temel ilkeleri olan “adil kullanım hakkı”, “önemli zarara yol açmama”, “sınıraşan işbirliği” ve “hidrolojik ve diğer ilgili veri ve bilgilerin düzenli olarak paylaşılması” yükümlülükleri Türk dış politikasının da temel ilkelerini oluşturmaktadır.
UZUN SOLUKLU ÇABA
Sınıraşan su müzakereleri, antlaşmaların oluşturulmasını ve bu antlaşmaların uygulanmasını sağlayacak nehir havzası yönetim yapılanmalarının kurulmasını hedefleyen uzun soluklu bir çaba olmalıdır. Nitekim, kısa dönemli siyasi çıkarlar için ve ilgili tüm paydaşlar (devlet, özel sektör, sivil toplum ve su kullanıcıları) arasında gerekli tüm istişareleri tamamlanmadan imzalanan sınıraşan su paylaşım antlaşmaları bu havzalarda su kullanımını etkin, verimli ve sürdürülebilir kılamamaktadır. Bu bağlamda, Fırat nehri sularının Türkiye ve Suriye arasında metreküp üzerinden paylaşımını içeren 1987 tarihli protokol ve 1990’lı yıllarda Irak ve Suriye arasında aynı nehrin sularını yüzdeler üzerinden paylaşımını içeren protokol, ikili antlaşmalar olarak suyun miktarı ve kalitesiyle ilgili gerçek sorunlara değinmemiş; artan sorunlar için de açılım sağlayamamıştırlar. Belli kotalar üzerinden paylaşımı içeren bu antlaşmalar nehirlerin doğal-hidrolojik ve iklim değişikliğine bağlı değişkenliklerini dikkate almamış; kuraklıkların etkilerine, su kalitesine, havzadaki toprak kaynaklarının yönetimi ve korunmasına ise hiç değinmemiştir.
Buna karşılık, 2009 yılında Suriye ve Irak’la imzalanan ikili mutabakat zabıtları, Fırat, Dicle ve Asi sularıyla ilgili sel, kuraklık ve kirlilikle mücadele, su geliştirme projeleri (barajlar) gerçekleştirme gibi kıyıdaşların birçok ihtiyacına cevap vermeye çalışan ve çağdaş su yönetiminin birçok ilkesine ve uygulama politikalarına yer veren anlaşmalar olmuştur. Ancak bu mutabakat metinlerinin uygulanması önünde siyasi engeller oluşmuştur. 2007-2011 arasındaki dönemde amaç, güvenlik, enerji ve ‘su’ işbirliğini içeren bölgesel sosyo-ekonomik kalkınma havzaları oluşturmaktı. 2009 yılında Suriye ve Irak’la imzalanan mutabakat metinleri bu proaktif politikanın sonucuydu. Bu politikalar stratejik bir planın parçası olmalıdır.
GİRİŞİM GEREKLİ
Türkiye için uzun dönemli hedefler belirlenmelidir. Türkiye’nin sınıraşan su politikasının yalnızca Orta Doğu cephesini değil, Avrupa cephesini de kapsadığı unutulmamalı. Sınıraşan dış politika uygulamaları Meriç Nehri havzası için de uygulanabilir olmalıdır. Meriç havzasında iklim değişikliği ve Bulgaristan’ın eşgüdümsüz su yönetiminin yolaçtığı yıkıcı sellerle mücadele için AB nezdinde proaktif politikalar izlenmeli AB Su Çerçeve Direktifi ve AB Sel Direktifi’nin Meriç havzasında uygulanması için girişimlerde bulunulmalıdır.
Özay Şendir
F-35 meselesinde kitabın orta yeri...
29 Kasım 2024
Didem Özel Tümer
Ankara’da ‘değerlendirme’ kulisi: Öcalan ile kim görüşecek?
29 Kasım 2024
Abbas Güçlü
Diploma mı, meslek mi?
29 Kasım 2024
Abdullah Karakuş
Bölgede satranç ve terörle mücadele
29 Kasım 2024
Mehmet Tez
Suudi Arabistan başarabilecek mi?
29 Kasım 2024