Prof. Dr. Önder GÖÇGÜN
1945 yılında Denizli’de doğdu. 1968’de, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’nü ve İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı’nda 1977’de Doktor, 1982’de Doçent, 1988’de Profesör oldu. Yayımlanmış 35 kitabı ile yurt içinde ve yurt dışında çıkmış, ulusal ve uluslar arası toplantılarda dil, edebiyat, kültür ve sanat konularında sunulmuş ikiyüz civarında makalesi ve bildirisi bulunmaktadır. Kitaplarından bazıları şunlardır: Ziya Paşa, Ank.1987; Namık Kemâl, Ank.1987; Şair Eşref, Ank.1988; Yeni Türk Edebiyatı Metinleri-I-, İst.1987; Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ank. 1990; Edebiyat Dünyası ve Atatürk, Ank.1995; Yunus Emre, Ank.1995; Güzel Konuşma Sanatı (Diksiyon-Hitabet), Ank. 2000; Belgelerle Yeni Türk Edebiyatı Tarihi-I-, Ank.2007; .
“Siyaset dili” kavramı ile saldırganlık tepkisi, hışım, hiddet, kızgınlık anlamını taşıyan “öfke” birbiriyle asla bağdaşmayan, bağdaşması da mümkün ve doğru olmayan iki ayrı zıt kavramdır. Her ne kadar dilimize, “hiddetlenerek bağırıp çağırmak, insanı rahatlatır” anlamında kullanılan “öfke baldan tatlıdır” sözü yerleşmiş ise de; bunun yanı sıra, “öfke ile kalkan zararla oturur” tarzında bilinen ve “öfkesine kapılarak işleri çözmeye çalışan, muhakkak güç duruma düşer ve sonunda işleri içinden çıkılmaz hale getirir” yolunda öğüt verici bir atasözümüz de vardır.
SİYASETÇİNİN TAVRI
Bu ikincisi, yani “öfke ile kalkan zararla oturur” atasözümüz, bizde ve dünyadaki bütün siyasetçilerin yanı sıra özellikle devleti yönetme yükümlülüğünü üstlenmiş bulunan iktidarlar için son derece büyük önem ve öncelik taşımaktadır. Çünkü, gene Türkçemizde yer alan “öfkesi topuklarına çıkmış” ve “öfkesi burnunda” ifadelerinde görüldüğü şekilde son derece hiddetli, çok öfkeli kimselerde otokontrol mekanizması, yani kendine hakim olma melekesi, yetisi, gücü ortadan kalkacağı için, bu kişilerde; sübjektif, öznel yaklaşımlar demek olan duygular, yani duyularla algılama ve onunla bütünleşen bir çizgide bilinçsiz davranışlar bütünü demek olan insiyaklar, içgüdüler egemen hale gelir.
İşte onun için her siyasetçi, bütün bunların dışında kalmasını bilmeli ve -şartlar ne kadar ağır olursa olsun- daima rasyonel, akılcı çizgide halkı germekten uzak bulunmalıdır. Toplumun aktivitesinin, sosyal etkinliğinin ve buna bağlı olarak toplumsal tansiyonun, geriliminin en üst düzeye çıktığı durumlarda, başta hükümetler olmak üzere, bütün siyasetçilere düşen görev; yatıştırıcı, yumuşak, ılımlı sözlerle birlikte aynı yolda birleştirici, bütünleştirici davranışlar sergilemek; insanları anlamaya çalışmak, onların haklı beklentilerine cevap vermek, karşı tezleri de dinlemek yolunda çabalar sarfetmek olmalıdır. Hatta, yanlışlardan dönmesini bilmek ve gerektiğinde özür dilemek basiretini, seziş, anlayış ve kavrayışını göstermek, böylece toplumu sakinleştirip dingin hale getirmek de bu konuda temel hedefi teşkil etmelidir.
Bütün bunları bir tarafa bırakıp bütünüyle siyasal egolarına teslim olarak, “yalnız ben bilirim, ben konuşur, ben yaparım!” idefiksini, sabit düşüncesini, saplantısını kendilerince en doğru yol olarak gören ve buna göre hareket ederek, kamuya yönelik sert sözlerle, çıkışlar ve davranışlar sergileyip, kitleleri gerenler ise; toplumun oluşum, işleyiş ve gelişimini konu edinen toplumbilimi ve toplumun insan davranışlarına etkisini konu edinen sosyal psikoloji bilimi açısından, -bazen geri dönüşü de olmayan- büyük bir yanlış içindedirler. Çünkü bunlar, akılcı yaklaşımları geri plana atmışlar, beden ve ruh dünyalarını kendi elleriyle kendi içlerine hapsederek, tam bir kısır döngü içinde hareket kabiliyetlerini sınırlandırıp, barış ve hoşgörüyü bir yana itmek suretiyle yangına körükle gitmek, ya da ateşe benzin bidonu ile yaklaşmak yolunu seçmişler, özetle kantarın topuzunu kaçırarak, siyasal ve sosyal dengeleri altüst etmişlerdir.
Bunun gelecekteki riski, bedeli, karşılığı ise, bütün dünyada, hem kendilerine ve hem de o ulusa yönelik olmak üzere; ekonomik ve siyasal bakımdan olduğu kadar, sosyal barış açısından da çok yüksek ve ağırdır.
ATATÜRK 'ÜN SÖZÜ
Bu konuda, büyük bilge Şeyh Edebali’nin Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’ye ve onun kişiliğinde geleceğin sorumluluk üstlenecek bütün devlet adamlarına yönelik olmak üzere dile getirdiği şu sözleri; siyasetçilerin, siyasette irade ve söz sahibi olarak hükümet eden yöneticilerin ve hatta amir konumundaki her bürokratın göz ardı etmemesi gereken altın öğütler olarak kabul edilmelidir:
“- Ey oğul! Beysin, yönetensin, devletin başısın! Bundan sonra öfke bize ve topluma; uysallık sana! Güceniklik, darılmak, sitem etmek bize; sabırlı olmak ve gönül almak sana! Suçl amak, yanlışları göstermek bize; katlanmak, doğruları bulmak ve yapmak sana! Bu memleket; yalnızca onu idare edenin, ailesinin, birlikte çalıştıklarının ortak malı değildir; idaren altındaki herkesin , bütün milletin bu memlekette söz hakkı vardır. Her zaman milletinin varlığını hisset, sesini duy. Milleti diri, canlı tutan onu irfanı; bilgisi, görgüsü , görüşü, istekleridir. Milletine, her kim olursa olsun, sırt çevirme!”
Atatürk de, 7 Şubat 1923 günü gerçekleşen Balıkesir konuşmasında, sözü Hz. Peygamber’e getirerek, “meşveret” (toplumla görüş alışverişi, millete ve nihayet onun temsilcilerine danışma, muhalefetin de görüşlerini alma) konusu etrafında şöyle der:
“Biliyorsunuz ki, Hz. Peygamber daima danışmalarda bulunur, çoğunluğun görüşünü alır, devlete, millete ait işlerde kendinden kuvvetli, daha zeki arkadaşları, insanlar olduğunu teslim (kabul) eder idi. Gerçekte milli emeller, istekler demek; sadece başta bulunanların, şu veya bu birkaç kişinin emelleri, istekleri değil; bütün milletin emelleri, istekleri demektir. Bu bakımdan, gerçek yolu bulabilmek için, bütün milletin düşüncesini ve duygusunu daima bilmek, gözetmek, herkesin görüşünü almak, onlara değer vermek ve ona göre hareket etmek, davranmak gerekir.”
KİLİTLENME VE SONUÇ
Nihayet, bunların aksine olmak üzere; insanlık tarihi boyunca görüldüğü gibi, üst yönetimlerin baskıcı, ulusun yerleşik değerler sistemine aykırı negatif enerji yüklü, olumsuz söz ve davranışları ise; sosyal platformda ifadesini bulan “etki-tepki gerçeği” doğrultusunda, bütün dünyada sınırını kimsenin çizemeyeceği “toplumsal tepkilerin, karşı koyuşların” zeminini hazırlar. Bu da beraberinde, sosyal adaptasyon bakımından, yani toplumsal uyum açısından milletin bütünlüğünü ciddi boyutlarda tehlikeye düşürücü “sosyal kilitlenme”yi beraberinde getirir.
İşte, buna bağlı şekilde oluşan ve bilimsel platformda adına “sosyal fobi” denilen “toplumsal korku, yılgı” ise, bir bütün halinde insanlarda beliren endişe ve korkuyu körükler. Bunun yaratacağı kaygı ve panikle birleşen “yıkım psikolojisi” ne dayalı kötü ve acı sonuçları kestirmek ise, en optimist, yani iyimser insanların bile tahmin sınırlarını zorlar ve hatta yerine göre aşar niteliktedir.
Onun için bundan, topluma yön vermek durumundaki her siyasetçinin ve yöneticinin kesinlikle kaçınması gerekir.
Özay Şendir
F-35 meselesinde kitabın orta yeri...
29 Kasım 2024
Didem Özel Tümer
Ankara’da ‘değerlendirme’ kulisi: Öcalan ile kim görüşecek?
29 Kasım 2024
Abbas Güçlü
Diploma mı, meslek mi?
29 Kasım 2024
Abdullah Karakuş
Bölgede satranç ve terörle mücadele
29 Kasım 2024
Mehmet Tez
Suudi Arabistan başarabilecek mi?
29 Kasım 2024