Prof. Dr. Naci GÖRÜR
Çökelbilim (sedimantoloji) konusunda uzmandır. 1975-1988 yılları arasında Türkiye’nin hemen hemen her çökel havzasında araştırmalar yaptı. Uluslararası bir proje olan ”Okyanus Tabanlarını Delme Programı ” kapsamında Hint Okyanusu’nda Avustralya’nın kuzeybatı şelfinde çalıştı. 1993-2003 arasında TÜBİTAK deniz araştırmaları koordinatörü olarak çok sayıda deniz araştırmaları projesi içerisinde yer aldı. 1999 depremlerinden sonra araştırma faaliyetlerini Marmara Denizi’ne kaydırdı. Nautile adı verilen insanlı bir denizaltıyla Marmara’nın 1240 m dibine daldı ve İstanbul’u tehdit eden fayı inceledi. Marmara Denizi’nde yapılan bu uluslararası çalışmalar sonucu bu deniz jeolojik açıdan dünyanın en iyi bilinen bir iç denizi haline geldi. Görür “denizaltı gözlem istasyonu ” kurmak için çabalarını sürdürmektedir.
Sayın Başbakanımızın söylemlerinden ve sürdürülen hazırlık çalışmalarından anlaşıldığı kadarıyla Kanal İstanbul Projesi’nin gerçekleştirilmesi ciddi olarak düşünülmektedir. Marmara Bölgesi’nin ekosistemini belirli ölçüde etkileyecek olan böyle bir proje bilim kamuoyu tarafından tartışılmamıştır. Hâlbuki özellikle oşinografik anlamda doğal dengeleri etkileyebilecek bu projenin enine boyuna tartışılması gerekirdi. Bu suskunlukta tartışma ve eleştiriden hoşlanmayan siyasi iktidarın payı vardır. Ancak, her ne olursa olsun bu projeyle ilgili bazı soruların açıklığa kavuşturulması zorunludur. Kanal İstanbul Projesi sadece günümüz insanını değil gelecek nesillerimizi de etkileyecektir. İyi niyetle düşünülen bu çalışmanın ileride önlenemez bir afete dönüşüp dönüşmeyeceğinin yetkin insanlarca değerlendirilmesi ve sonuçlarının halka açıklanması gerekir.
DENİZ KİRLİ
Marmara Denizi’nin bin 250 metre derinliklerine inip araştırma yapan birkaç bilim insanından biriyim. Bir denizaltı içerisinde deprem araştırmaları yaparken dikkatimi iki şey çekmişti. Birincisi, deniz suyunda inanılmaz miktarda asılı yükün (süspansiyon halindeki madde), yani kirliliğin mevcut olduğuydu. Su kolonu büyük ölçüde bulanık, kirli ve hemen hemen hiçbir yaşam belirtisi göstermiyordu. Hatta bazı seviyelerde kirletici maddeler o kadar yoğun bir biçimde deniz tabanına iniyorlardı ki ben kendimi korkunç bir tipide araba kullanıyor gibi hissediyordum. İkinci husus ise su kolonunun aksine deniz tabanının alabildiğine zengin bir fauna (organizma) topluluğu içeriyor olmasıydı. Bu canlılar deniz tabanında çökeller içerisinde açtıkları oyuklar içerisinde yaşıyorlardı. Marmara’nın tabanı adeta Ay’ın yüzeyi gibi delik deşikti. Kirli bir denizin tabanında böyle bir manzara görmek çöl ortasında vaha görmek gibi bir şeydi. Bunun başlıca nedeni deniz tabanındaki suyun Akdeniz kökenli olmasıydı. Bu su daha temiz olmanın yanında daha fazla oksijen ve yiyecek maddesi içerdiği için zengin bir taban (bentik) yaşamını destekliyordu.
YAŞAM TEHLİKESİ
Marmara Denizi dünyada ender görülen bir oşinografik konuma sahiptir. Dünya denizlerine sadece dar ve uzun bir kanal olan Çanakkale Boğazı vasıtasıyla bağlıdır. Yerel oşinografik özellikleri ve akıntı sistemleri ile son derece kısıtlı ve engelli bir denizdir. Diğer açık denizlerin yaptığı gibi, okyanuslarla kolayca su değişimine girme, suyunu havalandırma ve tazeleme olanağına sahip değildir. Diğer taraftan bağlı olduğu Karadeniz özgün kimyasal ve fiziksel oşinografik özellikler gösterir.
Karadeniz’in suyu normal deniz tuzluluğundan (yüzde 35) çok daha azdır (yüzde 18). Bunun başlıca nedeni Karadeniz’i çevreleyen karalardan çok sayıda büyük akarsu bu denize kavuşmakta ve su bütçesini artırmaktadır. Bu artış sadece Karadeniz’in tuzluluğunu azaltmakla sınırlı kalmamakta, onun aşırı olarak kirlenmesine de neden olmaktadır.
Zira Karadeniz’e dökülen akarsuların büyük bir kısmı Avrupa ve Asya’nın endüstri merkezlerinden geçmekte ve kirlenmektedir. İnsan eliyle olan bu kirliliğin dışında, Karadeniz Havzasının jeolojik ve oşinografik özellikleri de bu kirliliğin artmasına katkı sağlamaktadır. Bugünkü Karadeniz’in suyu 100-150 metre derinlikten sonra zehirlidir. Aşırı miktarda H2S içeriği nedeniyle bu denizin derinliklerinde hayat yoktur. Şimdilik böyle bir tehlikenin mevcut olmamasına rağmen, ileride bu denizin terslenmesi halinde (derinlik sularının yüzeye çıkması) tüm bölgede yaşamın tehlikeye gireceği bilimsel olarak bilinen bir konudur.
9 BİN YILLIK TARİH
Kısıtlı konumu ve aşırı tatlı su girdisi nedeniyle Karadeniz’in su düzeyi Marmara’ya nazaran 30 cm daha yüksektir. Doğal olarak bu da İstanbul Boğazı’nda Karadeniz’den Marmara’ya doğru sürekli bir su akışını doğurmaktadır. Bu akış yüzey akıntısı şeklinde gerçekleşmektedir, çünkü Karadeniz’in suyu daha az tuzlu ve dolayısıyla hafiftir. Ancak tuzlu ve ağır olan Marmara suyu da alttan Karadeniz’e doğru ilerlemektedir. Bu iki yönlü akıntı sistemi yaklaşık 9 bin sene önce gelişmiş ve her iki deniz arasında bugün var olan dengeyi kurmuştur.
Şimdi bugünkü hükümet çeşitli nedenlerden dolayı Karadeniz ile Marmara arasında 42 km uzunluğunda, 93 m genişliğinde ve 25 m derinliğinde (basında verilen bilgilere göre) yeni bir boğaz açmak istemektedir. Boyutları itibariyle muhtemelen bu kanal içerisinde iki yönlü bir akıntı sistemi gelişmeyecek ve Karadeniz’in kirli ve zehirli suları daha kolay ve öncelikli olarak Marmara’ya dolacaktır. Zaten can çekişmekte olan Marmara Denizi de bir süre sonra İstanbul ve tüm Marmara Bölgesinde önlenemez çevre ve deniz kirliliğine neden olabilecektir.
Böylece bugün Tuna Nehri’nin Karadeniz’i kirlettiğinden şikâyetçi olan Türkiye kendi eliyle yaptığı ikinci bir boğaz ile bu kirliliği evinin içerisine taşımış olacaktır.
ÇOK RİSKLİ
Bu söylediklerimin gerçekleşmesi ciddi bir olasılıktır. Merak ettiğim bu projeye imza koymuş kimseler böyle bir tehlikeden haberdar mıdırlar? Eğer öyleyse hangi araştırma, deney ve verilere göre böyle bir tehlike olmadığını düşünerek Kanal İstanbul Projesini gerçekleştirmeye karar vermişlerdir. Bunu bilmek hepimizin hakkıdır. Bu aynı zamanda topluma ve gelecek nesillere saygının da gereğidir. Unutmamak gerekir ki Kanal İstanbul Projesi gibi ekosistemi önemli ölçüde etkileyecek projeler sadece siyasi ve ekonomik mülahazalarla yapılamazlar. Deniz ve deprem araştırmaları yapan bir bilim adamı olarak bir noktayı daha vurgulamak istiyorum. Deprem kentlerinde, deprem riskini artıracak eylemlerden kaçınmak gerekir. Bu eylemlerin başında da yapılaşma ve nüfus yoğunluğunu artırmak gelir.
Çağdaş ülkelerde deprem kentlerinde olası deprem riskini azaltmak için zarar azaltıcı önlem olarak bu iki hususa sınırlama getirilir. Aynı şeylerin deprem tehdidi altında olan İstanbul’da da yapılması lazımdır. Nitekim yakın bir zamana kadar sayın Başbakanımızın da İstanbul’a göçün kontrol altına alınması gerektiğini söylediğini hatırlıyorum. Şimdi neyin değiştiğini bilmiyorum ama ülkeyi yönetenlerden Kanal İstanbul Projesini yapmak yerine İstanbul Boğazı’ndan geçiş güvenliğini artıracak önlemlere yönelmelerinin daha hayırlı olacağını düşünüyorum.
Özay Şendir
F-35 meselesinde kitabın orta yeri...
29 Kasım 2024
Didem Özel Tümer
Ankara’da ‘değerlendirme’ kulisi: Öcalan ile kim görüşecek?
29 Kasım 2024
Abbas Güçlü
Diploma mı, meslek mi?
29 Kasım 2024
Abdullah Karakuş
Bölgede satranç ve terörle mücadele
29 Kasım 2024
Mehmet Tez
Suudi Arabistan başarabilecek mi?
29 Kasım 2024