Ankara ve Hacettepe üniversiteleri mezunu olan yazar, İngilizce ve eğitim bilimleri alanında yükseköğrenim görmüştür. Doktora öğreniminden sonra, Hacettepe Üniversitesi’nde bir süre part-time öğretim üyesi olarak çalışan Aydın ayrıca Anadolu, Gazi ve Bahçeşehir üniversitelerinde dersler vermiştir. Halen Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde öğretim üyesi ve aynı zamanda Eğitim Yönetimi, Teftişi Planlaması ve Ekonomisi Ana Bilim Dalı başkanı görevinde bulunmaktadır. Aralarında Felsefe Düşünce Tarihi, Eğitim Psikolojisi, Yaşama Sanatı gibi eserlerin bulunduğu toplam 10 adet yayımlanmış kitabı bulunan Aydın kendini kısaca yaşamsever olarak tanımlamaktadır.
Bu makalede gündemin sosyopsikolojik açıdan analiz edilmesi amaçlanmıştır. Bu amaçla gündemle örtüşen ve özgürlüğün insan için önemini anlatan bir hikâyeye yer verelim. ‘İnsan olmak zor zanaat’ diyor şair ve bu sözle gerçek bir insan olmanın ne denli kederli, keyifli, hüzünlü ve derin bir bilgelik içerdiğini ustaca anlatıyor. Bu bağlamda Rolla May de “Özgürlüğü tümüyle elinden alınan bir insana ne olur?” diye soruyor. Kendi sorusunu düşürünü bir hikâyeyle yanıtlıyor.
SIRADAN BİR ADAM
Bir zamanlar uzak ülkelerin birinde bir kral yaşarmış. Kral bir akşam diplomatik bir davete katılmış. Davet oldukça sıkıcı ve yorucuymuş. Bu nedenle sarayına döner dönmez pencerenin yanında en sevdiği koltuğuna kurulup sarayın öte yakasından gelen müzik sesini dinlemeye başlamış. Pencereden öylesine dışarıya bakarken, gözüne sıradan görünüşlü bir adam çarpmış. Adam her akşam aynı yoldan evine dönen, kendi halinde bir yurttaşmış. Kral bu adamın sıradan günlük yaşamını merak etmeye başlamış birden. Karısını kucaklamasını, çocuklarıyla şakalaşmasını, uyumasını, erkenden kalkıp işe gidişini, bütün bu ayrıntıları zihninde canlandırırken heyecanlanmış. Heyecan ve merak kralı öylesine kuşatmış ki, bütün yorgunluğunu unutmuş. Kendi kendine şunu sormuş: “Acaba bu adamı da, hayvanat bahçesindeki hayvanlar gibi kafese kapatsam ne yapar?”
Ertesi gün kral sarayın psikoloğunu çağırmış ve ona planını anlatıp bir süre deneyi gözleyerek kendine rapor etmesini istemiş. Sonuçta saraya hayvanat bahçesinden kocaman bir kafes getirilmiş. Kafes gelir gelmez, kralın adamları gidip bizim sıradan ve masum adamımızı tutuklayıp kafese kapatmışlar. Başlangıçta adam neredeyse çılgına dönmüş. “Tramvaya yetişmek zorundayım. İşe gitmeliyim, bakın zamanım geldi, beni bekliyorlar, geç kaldım,” diye bağırıp duruyormuş. Bir süre sonra ise adam içinde bulunduğu durumu daha iyi kavrayarak olanca gücüyle itiraz etmeye başlamış. “Beni ne hakla tutuyorsunuz? Buna hakkınız yok, kral bunu bana yapamaz,” diye haykırıyormuş. Gözleri öfke doluymuş.
BENİM YAZGIM
İlerleyen günlerde adam başkaldırısını sürdürmüş. Kral ne zaman kafesin yanından geçse, doğrudan ona seslenerek hakaretler yağdırıyormuş. Ancak kral her seferinde sakin ve sevecen bir sesle aynı karşılığı veriyormuş. “Burada sana çok iyi bakıyoruz. Ne istersen yiyebiliyorsun, son derece güzel bir yatağın var, üstelik işe gitmek zorunda da değilsin. Bütün bunları senin için yaptık, öyleyse neden bağırıp duruyorsun?” diyormuş. Aradan birkaç gün daha geçmiş, adamın haykırışları önce azalmaya başlamış, sonra tümüyle kesilmiş. Artık adam çıt çıkarmadan kafesinde oturuyormuş. Kimseyle konuşmuyormuş, ama gözlerinde yanan nefret ateşi ilk bakışta dikkat çekiyormuş. Adamı sürekli gözleyen psikolog da, bütün bu tepkileri raporlaştırıyormuş.
Günler birbirini kovalamış, haftalar geçmiş. Kral her zaman olduğu gibi sabahları kafesin önünden geçerek, adama iyi bakılacağı konusunda sözler veriyormuş. Fakat adam kralın bu tür sözlerine daha geç tepki verir olmuş. Sanki krala olan nefretini bir anlık unutuyor ve onun dediklerinin doğru olup olmadığını kendisine soruyor gibiymiş. Birkaç hafta sonra adam konuşmaya başlamış ve psikoloğa kralın kendisine yaptıklarında haklı olduğunu söylemiş. Adam sürekli olarak yazgısının bu olduğunu ve bu yazgıyı kabul etmesinin akla en uygun davranış olduğunu anlatıyormuş. Bu sırada bir grup doktora öğrencisiyle, onların başında olan bir profesör, adamı görmeye gelmişler. Adam onlara kendisinden hiçbir şey beklenmeksizin yedirilip içirildiğini, bu yüzden kendisine bakanlara minnet duyduğunu söylemiş. Bu konuşmayı dinleyen psikolog, “Neden onlara kafeste yaşamanın olağanüstü güzel bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyor ki?” diye düşünmüş.
KADERİM BÖYLE
İlerleyen günlerde kral kafese her gelişinde, adam parmaklıklarının arasından ona kutsal bir şeye dokunmak ister gibi uzanıyor ve aralıksız teşekkür ediyormuş. Üstelik kral ziyaretine gelmediği zamanlar mutsuz oluyor, köşesinde somurtarak oturuyor ve psikolog ile konuşmayı reddediyormuş. Kafesin bekçisi ona yemeğini getirdiğindeyse, tepsiyi elinden düşürüyor, yemekleri sağa sola döküyor, sonra da sakarlığı için bıktırırcasına özürler diliyormuş.
Bir süre sonra kendisine bakılmasından dolayı duyduğu hoşnutluk duygusuyla geliştirdiği felsefi teorileri bir kenara bırakarak sadece “kader bu” diye sayıklamaya ve defalarca bu sözcükleri tekrarladıktan sonra giderek sadece “bu” demeye gücü yeter olmuş. Kendisini sürekli gözleyen psikolog bile son aşamaya ne zaman geldiğini fark edememiş. Adam sadece “bu” diyormuş. Adamın sözcükleri yitirdikten sonra, gülüşünün de anlamını yitirdiğini fark etmiş psikolog. Boş, anlamsız bir yüz ifadesi ve güvenmiş bakışları ile adam, psikolojik bir ölümü yaşıyormuş. Sadece yemeğini düzenli olarak yiyor, ara sıra ise psikoloğuna bir şeyler mırıldanır gibi oluyormuş, ama ne söylediği anlaşılmıyormuş. Gözleri genellikle uzaklara dalıyor, arada psikoloğuna bakıyormuş. Fakat bakışları donuk ve ruhsuzmuş. Adam mırıldanırken asla “ben” sözcüğünü kullanmıyormuş. Sözleri tümüyle anlamsız da olsa, kendi duygu ve düşüncelerinden söz etmediği açıkmış. Kafeste yaşamayı kabullendiğinden ne kızgınlığı, ne nefreti, ne de minneti kalmış. En sonunda adam çıldırmış.
EKSİLEN ŞEY NE?
Psikolog o gece odasına kapanarak adamın son durumunu raporlaştırmaya çalışmış. Ne var ki bir türlü yazacak bir şey bulamıyormuş. O da kendisini tümüyle boş, anlamsız ve yalnız hissediyormuş. Saatlerce kendi kendini telkin etmiş: “Hiçbir şey yok olamaz; sadece biçim değiştirip enerjiye dönüşür,” diyormuş, ama yine de hep bir şeylerin yok olduğunu (yok edildiğini) hissediyormuş. Bu deneyin sonunda evrenden bir şeylerin eksildiğini anlamış psikolog. Eksilen şey neyse, onun yerini kesin bir boşluğun aldığını da...
Son Söz
Bir filozof “iki şeyden vazgeçemem biri; özgürlüğüm, diğeri hayatım. Ama özgürlüğüm olmazsa yaşamanın da anlamı kalmaz” diyor. Özgürlüğün gereksiz bir ayrıntı olduğunu düşünenler, herhalde ünlü Murppy Kanunu’nu da bilirler. Bu kanuna göre “Majesteleri her zaman haklıdır; özellikle de haksız olduğu zamanlarda...”
*Hikâye yazarın Yaşama Sanatı adlı kitabından alınmıştır.
Hayatı kaybetmekten daha büyük bir acı vardır: hayatın anlamını kaybetmek.
Erich Fromm