Prof. Dr. Enis Kortan
1932 Vidin doğumlu. TED ve Taksim Lisesi (1949). İTÜ Mimarlık Fakültesi (1949-53). Serbest mimarlık çalışmaları, İstanbul (1953-1957). New York’ta Almanya’da Bauhaus ve ABD Harvard’da mimarlık hocası olan Marcel Breuer ve Skidmore, Owings, Merrill ofislerinde tasarımcı mimar (1957-1960). ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde öğretim üyesi (1964-1999). TC Kültür Bakanlığı Bölge Kurulu Üyesi, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Sistematik Felsefe Kürsüsü’nde doktora (1985). Mimarlık- Kentsel Tasarım içerikli 9 kitap ve çok sayıda bilimsel ve sanatsal makaleler. “Kaybolan İstanbul’um” (2006), “Tuna’dan Sakarya’ya (anı-tarih)” (2011) ve “Hümanist Bir Mimarlığa Doğru, Enis Kortan, Proje ve Uygulamalar 1952-2005” (2012) adlı kitaplar. 1999’da ODTÜ’den emeklilik.
İstanbul, tarihsel kimliğini radikal olarak değiştiren ve modernleşme (?) olarak kabul edilen çok sayıda gökdelen yapılarak pazarlanıyor. Bunlardan elde edilen rant çok fazla; mimarlık ve şehircilik mesleği de artık ticari zihniyete hizmet eden araçlar durumunda.
1950’den sonra iktidara gelen Demokrat Parti döneminde plansızlık ve gelişi güzellik başlamıştı; “Bize plan değil pilav gerek” parolasıyla yola çıkanların ve bunu devam ettirenlerin İstanbul’a yaptıkları olumsuz katkıları hayret, endişe ve üzüntüyle izledik, izliyoruz.
Sorunlar çok fazla, burada sadece acil durumda olan üç konuya kısaca değinmek istiyorum:
1. Çamlıca Camisi: Söz konusu projenin Sultanahmet Camisi'nden (1617) türetildiği, onun da Sinan’ın “çıraklık eseri” olan Şehzade Camisi'nin (1548) taklidi olduğu bilinmekte, diğer deyişle Çamlıca camisi taklidin de taklidi olacak.
Sinan’ın eserleri
Bizans’lı mimar Anthemius’un tasarlayıp İzodorus tarafından inşaatı yapılan Ayasofya Kilisesi (537) Osmanlı’nın bazı yapılarında mimarlara esin kaynağı olmuştu. Sinan, Ayasofya’nın iç mekanındaki kesintisiz, akıcı, bütünleşmiş boşluğunun, mistik doğal ışığının yüksek kalitesinin ve kubbelerle örtülmüş olan özgün ve eşsiz strüktürel sisteminin mimarlık ve mühendislik değerlerini takdir edebilecek bilgi ve önsezilere sahipti ve onun etkisinde önce “çıraklık eseri” olan Şehzade Camisi'ni yaptı. Sinan, bu eserinde Ayasofya’da iyi çözülmemiş olan strüktür sistemini, ana kubbeyi dört yönden destekleyen yarım kubbeler koyarak başarılı bir şekilde çözdü (Burada inşaat mühendisliği açısından detaylı bir açıklama yapmanın yeri ve zamanı olmadığını düşünüyorum). Bunun doğal sonucu olarak kubbealtı, sahın’a dört adet yan sahın ilave ederek namazgahı da genişletmiş oldu. Fakat, aynı zamanda iç mekanda dört adet filpaye (filayağı) denilen kalın, ağır ve hantal kolonların da yapılması gerekliydi.
İşte iç mekanda önemli yer işgal eden, onu bölen, akıcılığına engel olan fil ayakları Sinan’ı rahatsız etmiş olacak ki bir daha bu şemayı kullanmadı (Tabiatıyla benim yorumlarımdır).
Fakat Sinan’ın sakıncalı bulduğu bu şemayı sonradan Mimar Mehmet Ağa Sultanahmet Camisi'nde kullandı ve söz konusu dört adet, her biri yaklaşık 5 metre çapında olan silindirik kütleleriyle filpayeler, olanca haşmetleriyle cami içinde yerlerini aldılar. Buradan hareketle şunu söylemek istiyorum: Eğer mutlaka (?) eskiler taklit edilecekse bari en başarılı olanlar taklit edilsin!
Dekorasyon...
Zaten söz konusu cami, içindeki mavi-yeşil çinileri dolayısıyla “Mavi Cami” olarak da bilinir ve mimarisinden daha çok dekorasyonuyla değerlendirilir.
Sinan, “kalfalık eseri” olan Süleymaniye Camisi'ni 1557’de Ayasofya’nın etkisinde tamamladıktan sonra “ustalık eseri” olan Edirne’deki Selimiye Camisi'ni (1575) gerçekleştirdi. Eserlerinde sürekli olarak yenilik ve farklılık arayan Sinan, bu eserinde sekiz kolon üzerinde yükselttiği 31.30 metre çapında olan ve evreni simgeleyen tek bir kubbe tasarlamıştı. Artık iç mekanda yer işgal eden hantal filpayeler ve benzeri şeyler yoktur; namazgah-sahın, daire şeklinde net bir alandır.
Nasıl olmalı?
Bu kısa ve öz açıklamadan sonra çağımızda Sinan’ın form geleneğinde bir cami nasıl olmalı onu düşünelim:
- Merkezi kubbe mimarisini içermeli,
- Çağdaş, modern teknoloji, malzeme ve yapım sistemleriyle inşa edilmeli,
- Abartılı süsleme ve dekorasyondan arınmış sade, yalın bir eser olmalı.
Günümüzde (2013) yüksek mukavemetli çelik kullanılarak “Metal Mekansal Strüktürlerle” (Metal Spatial Structures) istenilen büyüklük ve açıklıktaki boyutlarda güvenli kabuk-kubbe yapmak mümkündür. Deprem beklentisi içinde olan İstanbul’da karışık ve karmaşık biçimlerden kaçınarak öklid geometrisinin saf ve asal biçimlerini kullanmak uygun olacaktır.
2. Haliç Metro Geçiş Köprüsü : Şu sıralarda köprünün yapımı bitmekte olup, köprünün kalın, yüksek kolonları ve çok sayıda askı çubuklarının Süleymaniye ve diğer camilerin zarif minareleriyle birlikte algılanmasının estetik açıdan doğurduğu kargaşa çok olumsuz ve sakıncalıdır. Tarihi çevreyi dikkate almadan yalnız faydacı bir zihniyetle yapılmış; oysa onlara saygı duyarak, rahatsızlık vermeden, sadece yapay bir tabliye döşemesi ve taşıyıcılarla yapılabilirdi, asma köprü olmasına gerek yoktu! (Bir örnek: Brezilya’daki üç açıklıklı ve öngerilimli betonla yapılan Ulna Köprüsü)
Zamanında uzmanlar çeşitli konuşmalar ve yazılarıyla uyarılarda bulunmuşlar fakat önemsenmemiş, dikkate alınmamışlardı. Neden köprünün geniş çevresiyle birlikte maketi yaptırılıp “Periskopik Model Simülasyonu” ile ve bilgisayar destekli analizlerle değerlendirmeler yapılmadı? Neden projeyi tasarlayanlar farklı alternatifler araştırıp onları her yönleriyle teknik, fonksiyon, estetik, ekonomik, vd.- tartışarak en uygun çözümü bulamadı?
‘Ben yaptım oldu’
Peki şimdi ne olacak? Çok basit: “Ben yaptım oldu!”
İstanbul bir elmas cevheriydi, onun usta kuyumcular tarafından özenle yontularak güzel biçimlendirilmesi gerekiyordu, ne yazık ki bu yapılamadı, yapılamıyor.
3. Taksim Meydanı : Taksim Meydanı’na kışla tekrar yapılacak, kesin karar verildi! Eğer elde rölöve projeleri yoksa sonuç mutlak başarısızlık olur! Söz konusu proje ve detaylar mevcut olsa dahi, onu uygulayabilecek ustalar ve o zamanki malzemeler bulunabilecek mi? Kısaca hatırlatmak istedim.
İrtibat telefonumuz: 0212 337 92 23. Mail adresi:dsazak@milliyet.com.tr