Prof. Dr. Barbaros ÇETİN
1959 Sivas, Hafik doğumlu. 1986 yılında Doktora tezini tamamlamak üzere İsveç’e gitti. 1987 -1990 yılları arasında İsveç Bilim Enstitüsü’nün uluslararası bursunu 3 yıl üst üste kazandı. Bu süre içerisinde almış olduğu burslarla doktora sonrası bilimsel çalışmalar yaptı. 1989 yılında İsveç Kraliyet Akademisi ve Devlet Doğa Bilimleri Müzesi’nin kuruluşunun “250. yıl Özel Çevre ve Doğa Koruma Özel Ödülü” verildi. 1990 yılında “Uluslararası Genç Müteşebbisler Derneği’nin (JEYCESS)” Bilimsel Önderlik kategorisinde “Türkiye Birincisi” olarak “Yılın Genç Bilim Adamı” seçildi. 1990-92 yıllarında TBMM Çevre Araştırma Komisyonu’nda danışman olarak görev yaptı. 1993 yılında TÜBİTAK “Kimyasal Teknolojiler ve Çevre Grubu Yürütme Komitesi Üyeliği’ne seçildi. 2000 yılında Profesör unvanı aldı. Halen Dokuz Eylül Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü Başkanlığı görevini yürütmektedir.
19 yıl önce “Siyasi Partiler ve Ekoloji” başlıklı köşe yazımda Cumhuriyet’imizin 69. yılında olmamıza rağmen, Parlamento’daki mevcut partilerin yanında bir “Yeşil /Çevre Partisi’nin olmamasının önemli eksikliğine dikkati çekmiştim. Batının bu konularda deneyimli ülkelerinde yeşil/çevreci partilerin parlamenter demokrasi çerçevesinde kilit parti konumuna geldiklerinin önemini anlatmaya çalışmıştım.
Yazımın son paragrafı şöyle bitiyordu: Mevcut partilerimiz çevre ve ekoloji konularına duyarlılıklarını daha ciddi hamlelerle ortaya koymazlarsa, bu konulardaki boşluk Türkiye’de yakın bir gelecekte “Çevre ve Ekoloji Partisi’nin” ortaya çıkmasıyla doldurulmaya çalışılacaktır. Ancak şu an ki siyasi anlayışla böyle bir gelişmenin yakın gelecekte olma ihtimali maalesef yok gözüküyor. Ne yazık ki, bugün yaşamakta olduğumuz birçok sosyo-ekonomik ve siyasal sorunun temelinde 19 yıl önce de dile getirdiğim bu adımları zamanında atamamamız yatmaktadır.
YEŞİL PARTİLER
Dünya’da 1970’li yıllardan beri kurulmuş yüzün üzerinde Yeşil/Çevre Partisi bulunmaktadır. Çoğunlukla çevresel platformda kampanya yürüten ilk siyasi parti, Nisan 1972’de Tazmanya-Avustralya’da eyalet seçimlerine katılan “Birleşmiş Tazmanya Grup”dur. Avrupa’daki ilk yeşil hareket İsveç’in Neuchatel kantonunda 1972’de kurulmuş olan “Çevre için Halkçı Hareket” idi. Avrupa’daki ilk ulusal yeşil parti ise, Şubat 1973’de Britanya’da kurulmuş olan ve sonra “Ekoloji Partisi” ve ondan sonra da “Yeşil Parti”ye dönmüş olan “Halk(People)”dır. 1995 yılında, Finlandiya’daki “Fin Yeşil Partisi” ulusal kabinenin bir parçası olan ilk Avrupa Yeşil Partisi’dir.
Türkiye’de ilk yeşil siyasi parti 1988 yılında kuruldu. 1994’de siyasal yaşamı sona eren ilk “Yeşiller Partisi”inden sonra çevreyi öncelikli tutan bir siyasal partinin kurulması için 2008 yılına kadar beklemek gerekmiştir. Yeni kurulan Yeşiller partisi ise 2012 yılında Eşitlik ve Demokrasi partisi (EDP) ile birleşerek “Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (YSGP )” çatısı altında varlığını sürdürme kararı almıştır. Geçen 24 yıllık sürece baktığımızda, Türkiye’de Avrupa’da olduğu gibi güçlü ve yaygın bir yeşil siyasal gelenekten söz etmek ya da bu hareketin yakın geleceğine ilişkin iyimser öngörülerde bulunmak oldukça zor. Bunun en önemli nedenlerinin başında dünyamızın hızla değişen sosyo-ekonomik/ekolojik parametrelerine paralel bir “Ekoloji Eğitimi’nin” eksikliği geliyor (Bkz. “Biyolojiyle Barışmazsak Mutlu Olmamız İmkansız”, Milliyet, “Düşünenlerin Düşüncesi” 17 Nisan 2013).
Nitekim ekolojik bilgi eksikliğinin bir sonucu olarakta ülkemizde yeşiller veya çevreciler olarak kendini betimleyen kesimler feministler, eşcinseller, ateistler, savaş karşıtları, vicdani retçiler gibi azınlık gruplar olarak algılanmaktadır. Bugün için küçük oy potansiyeline sahip oldukları için de siyasal açıdan göz ardı ediliyorlar. Bütün bunlara rağmen “Taksim Gezi Parkı” direnişinden ülkenin tüm renklerini sosyal ve adaletli bir biçimde içinde barındıran yeni bir demokrasi hareketine/ yasal bir Parti örgütlenmesine gidilebilir . Böylece Avrupa Birliğine tam üyelik yolunda ilk imzayı atmış olduğumuz 1963 yılından beri 50 yıldır düşlediğimiz AB’nin Türkiye’ye bakışı da bir miktar değişebilir.
Gezi parkı olayları olmasaydı, “Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanun”‘u çıkacaktı. Mevcut ÇED mevzuatı, orman, madencilik ve turizmi geliştirme yasalarının bugüne kadar Türkiye Doğa’sına vermiş olduğu zararlar yetmezmiş gibi, “TALAN” daha da geniş boyutlar a ulaşacaktı. Bu da en çok son 20 yılda G.Amerika ülkelerinin yer altı zenginliklerini talan eden ve son yıllarda Türkiye’ye dadanan uluslar arası maden şirketlerinin ve onların yerli ortaklarının işine gelecekti. Dünya döndükçe şu noktayı asla unutmamalıyız; mir gün gelir yaşamımızı her yönüyle muhtaç olduğumuz Doğa’nın iflasına sebep olunca, madenlerin yenilemez olduğunu anlamış olacağız! (Bkz,”Bu kanun doğanın yasak yok edilişidir, Milliyet 9.3.2013).
GEZİ’NİN RUHU
Uzun yıllar ülkemizi yönetenler, bir arada yaşatmak zorunda olduğumuz iki kavram “ekoloji ve ekonomi “arasında yanlış bir seçim yaptılar ve ekonomik-siyasal çıkarları uğruna ekolojik değerleri göz ardı ettiler. Gezi Park’ındaki halka sorulmadan yapılan yeşil-yaşama alanı/özgürlük meydanın bir anda yerel otorite tarafından kamusal düzenleme adı altında hunharca talan edilmesi, kör/topal demokrasimizin yıllarca ekolojik değerleri ve eğitimini yeterince dikkate almamasının bir sonucudur. Baş döndürücü hızla değişen toplumsal dinamikler çerçevesinde, Küresel vahşi kapitalizmin yansımaları ve bireysel özgürlük alanlarının gittikçe daralmasından bunalan dinamik gençliğin bizlerde varız tepkisinin patlaması sonucu ortaya çıkan bu “sivil itaatsizlik eylemine” öncelikle 2 ana neden temel oluşturmuştur. Birincisi ülkemizin hemen hemen her bölgesinde doğanın fütursuzca sömürülmesi ve yok edilmesine rant/çıkar uğruna göz yumulması ve hızla betonlaşan kentsel alanın içindeki yeşil alanların daraltılması/tamamen yok edilmesi neticesinde yapay ekosistem içindeki nefes alınacak bir yerin kalmamasıdır.
İkincisi ise, Taksim Meydanı’nın İstanbul’un kalbi olmasıdır. Çünkü Taksim Meydanı’nın geçmişine baktığımızda insanların demokratik haklarının ortaya konduğu İstanbul’un bir numaralı özgürlük simgesidir. Yetkililer halka sormadan tarihsel toplanma alanını kentsel düzenleme bahanesiyle tamamen yok etmeye çalıştı. Dünya uygarlık tarihine baktığımızda “Meydan” ülkelerin insan özgürlük ve bağımsızlığının en önemli simgelerinden. Bu iki temel insani konu bir araya gelince bir daha sönmesi mümkün görünmeyen inanılmaz bir sinerjinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. İşte, insan ve doğaya saygılı ekolojik tabanlı gerçek demokrasi’yi özümsemeyenlerin korkmasının nedeni de budur. İnsanlar artık “Doğa ve insan için özgürlük” sloganını benimsediler.
İDEAL TOPLUM
OECD’nin 2013 raporuna göre 36 ülkeyi karşılaştırdığı araştırmanın sonuçları en düşük yaşam kalitesinin Türkiye’de olduğunu ortaya koydu. Birleşmiş Milletler’in Nisan 2013’de yayınlanan İnsani Gelişme Raporu’na göre de Türkiye 187 ülke arasında 90. oldu. Demek ki sadece rakamlardan ibaret ekonomik veriler, ekoloji göz ardı edildiğinde ülkeye mutluluk getirmiyor.
Yaklaşık 500 yıl önce ünlü düşünür Thomas More ünlü eseri Ütopya’da, “Devletin başına ülkenin en bilge kişisini geçirmiş ideal toplum düzeninin doğaya uyumlu olmasını şart koşmuştur” demiş. 500 yıl sonra söylediklerinin tersini yapıp mutsuzluktan şikayet ediyoruz, umarım doğruları yapmak için bir 500 yıl daha beklemeyiz. Dünya’da doğayı talan etmeyi emreden bir din veya bir ideoloji’nin olmadığı düşünüyordum, acaba yanılıyor muyum?
İrtibat telefonumuz: 0212 337 92 23. Mail adresi:dsazak@milliyet.com.tr