Taksim Gezi Parkı’nın yeniden yapılandırılması konusunda atılan adımlar, kimsenin tahmin etmediği boyutlarda bir sosyal patlamaya neden oldu. Bu patlama aynı zamanda hem AK Parti’nin siyasi mücadele tarzının, hem de Avrupa ile ilişkilerde önemli bir çatlağın ip uçlarını veriyor.
Gezi Parkı projesi, betonlaşan kentin ‘yaşam kalitesini koruma’, yeni yapılanmalar yerine yeşil alanların ihya edilmesi gibi son derece ‘Avrupai’ endişeler çerçevesinde muhalefet gördü. Benzerlerini ABD ve Avrupa’nın çeşitli kentlerinde sıklıkla görebileceğimiz bir ‘şehirli’ muhalefeti kendiliğinden oluştu. Bu muhalif hareketin belkemiğini, yirmili yaşlarında, çoğu üniversite öğrencisi, toplum içinde orta üst sınıfa mensup kişiler oluşturdu.
AVRUPALI BİR NESİL
Gezi kuşağı olarak adlandırabileceğimiz bu yeni nesil, eski dönemlere kıyaslandığında siyasi açıdan önemli farklılıklar içeriyor. Her şeyden önce, on yıllar boyunca toplum yaşamında ağırlığını hissettiren Silahlı Kuvvetler, darbe geleneği, zayıf sivil iktidar, güçlü bürokrasi gibi olgulardan etkilenmeden büyümüş, ‘karanlıkta pusuda bekleyen şeriatçı güçler’ gibi imgelerden etkilenmemiş, başörtüsü ile bir sorunu olmayan, var olmayan tehlikelerden korkmamaya alışmış bir nesil söz konusu. Yapılan tüm provokasyonlara rağmen, Gezi olayları ne ‘ordu göreve’ çağrısıyla, ne de ‘başörtülüler ikna odalarına’ sloganlarıyla kirlendi. Bu yeni profil, daha önceki nesillere göre özü itibarıyla çok daha ‘çağdaş’, çok daha ‘Avrupalı’. Görünüşte ‘çağdaş’, fakat sahip olduğu siyasal anlayış açısından eşitlikçi ve özgürlükçü değerlere uzak bir kitlenin aksine, hoşgörü, eşit özgürlükler çerçevesinde birlikte yaşamak, duygudaşlık gibi unsurları öne çıkartmakta.
Lafzıyla ve görüntüsüyle olduğu kadar, felsefesi ve ana ilkeleriyle Batılı toplumların değer yargılarını çok daha başarılı bir biçimde içselleştirmiş bu kitleye Batılı siyasetçilerin ve Batı medyasının bu derece sahip çıkmasına şaşırmamak gerekir. Zira Avrupalı ve Amerikalı siyasetçi ve gözlemciler, hem ‘kendi gençliklerini’, hem de kendi ülkelerindeki gençliği, Gezi grubunun üyeleriyle rahatça özdeşleştirebiliyorlar. Aslında Başbakan’ın ve AK Parti hükümetlerinin Türk siyasal yaşamını sivilleştirerek, yapılan reformlar ile önemli demokratik adımların atılmasını sağlayarak ve eski köhnemiş kalıpları yıkarak bu neslin demokratik bir bilinçle büyümesini sağlamaktaki payı çok büyük. Fakat bu kitlenin belkemiğini oluşturduğu Gezi parkı olaylarına ilişkin iktidarın tespitlerinin niteliği ve tepkisinin sertliği, uzun süredir destek alınagelmiş olan Batılı çevrelerle AK Parti iktidarının arasında derin bir çatlak yarattı.
AB’YLE DERİN ÇATLAK
Hükümetin, özellikle de Başbakan’ın Gezi olaylarına karşı tutumu, aslında var olmayan düşmanlara karşı bir savaş olarak nitelenebilir. Kanımızca bu yanlış duruşun temelinde Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi mücadele birikimi yatmaktadır: Erdoğan, tüm yaşamı boyunca müesses sistem ve kurumlara ‘rağmen’ başarılı olabilmiş bir siyasetçi. Beklenmeyen bir seçim başarısını 2002 yılında yakalayan AK Parti ve Başbakan, bu tarihten itibaren, Türk siyaseti içinde siyasi hareketlerle olduğu kadar, gündelik siyasete yön vermeye soyunmuş kurumlarla mücadele etti. Silahlı Kuvvetler ile mücadelesi, Yüksek Yargı ile olan neredeyse yaşam savaşı, medya gruplarıyla çekişmelerden başarıyla çıkması onun ve partisinin her seçimde daha fazla halk desteği kazanmasını sağladı. Türkiye Cumhuriyeti’nde siyasal partilerin ve siyasi yaşama yön veren kurumların sicili son altmış yıldır o denli kötüydü ki, Başbakan bu mücadelelerden haklı bir şekilde daima galip çıkabildi. Bu da kendi siyaset yapma biçimine olan güvenini birkaç kat daha pekiştirdi.
Gezi olayları patlak verdiğinde, Başbakan ve hükümet, büyük ölçüde bir ‘perde arkasında güçler ve komplo’ arayışına çıktılar. Onları çözüm adımını atmakta geciktiren ve analizi doğru yapmaktan ilk aşamada alıkoyan da muhtemelen bu oldu. Kabul etmek gerekir ki, Gezi protestosu temel olarak hiç bir komplonun sonucunda ortaya çıkmadı. Bu protesto hareketinin dinamizmi ve bir anda yayılması, AK Parti karşıtı tüm ‘mahfillerin’ harekete geçmesine neden oldu. Bu bakış açısıyla, ‘bir düğmeye basıldı’ anlayışı bir anda iktidar çevrelerine hakim oldu. Bugüne kadar başarıyla kullandıkları bütün enstrümanları birden devreye soktular. 28 Şubat, 27 Nisan, Cumhuriyet mitinglerinde vücut bulan bir anlayışa karşı savaşıyor olsalardı, muhtemelen kullandıkları enstrümanlar ciddi biçimde işe yarardı. Ancak sadece ‘tali’ güç olarak Gezi protestolarını destekleyen bu tür hareket ve girişimler, esas dinamiğini 28 Şubat dönemini ilkokulda geçirmiş bir kitlenin üstlendiği bu mücadelenin bertaraf edilmesini sağlayamadı. Tam tersine, iktidarın, Avrupa ve ABD kamuoyunu önemli ölçüde kaybedecek bir şekilde, son derece tahammülsüz ve ‘liberallikten uzak’ bir görüntü sergilemesine neden oldu. ‘Çağdaş’ görünen fakat demokratik değerleri benimsememiş güçler karşısında muhafazakar değerleri koruyarak özgürlükçü adımlar atmayı başardığı düşünülen bir lider ve hareket, çok kısa zamanda ‘otoriter’ nitelemesini aldı. Avrupa Parlamentosu’nun Sosyal Demokrat grup önderi Hannes Swoboda’nın son üç hafta içinde yazmış olduğu twitter mesajlarındaki büyük değişim, AK Parti ve Avrupa Birliği arasındaki oluşan derin çatlağı simgelemeye yeterli oldu.
KİŞİSEL ÖZGÜRLÜKLER
Kuşkusuz, AK Parti iktidarı için Avrupa Parlamentosu başta olmak üzere Avrupa Birliği kurumlarının koşulsuz desteğini sağlamak şart değil. Aynı zamanda, Avrupa Birliği adaylığının daha da zora girmesini ya da ABD ile ilişkilerin olası seyir değişikliğini hezeyan içine düşmeden gerçekçi bir şekilde ele almak mümkün. Fakat uluslararası hırsları ve hedefleri olan bir ülke, iktidarın söylem ve hareketleriyle Batı kamuoyundan bu derece yabancılaşmasının getirdiği maliyetleri de göz önüne almak zorunda.
Aynı zamanda, iç işleyişinde kendisiyle barışık bir Türkiye açısından, ‘Batı’nın bize karşı’ olduğu her durumda da iktidarın haklı olduğu yanılgısına düşülmemeli. Gezi Parkı protestolarının temelinde bulunan, kişisel özgürlüklere daha duyarlı olunması, evrensel kapsayıcı değerlere daha saygılı olunması yönündeki taleplerin ‘dış mihraklı’ odaklarla ilişkilendirilmesi, kolaycılığa kaçmanın ötesinde, ülkenin artık ‘belirli bir kesime rağmen’ yönetilemeyeceği gerçeğini gizlemektedir. Özellikle de bu kesim evrensel ve özgürlükçü değerleri savunuyorsa.
İrtibat telefonumuz: 0212 337 92 23. Mail adresi:dsazak@milliyet.com.tr
Özay Şendir
F-35 meselesinde kitabın orta yeri...
29 Kasım 2024
Didem Özel Tümer
Ankara’da ‘değerlendirme’ kulisi: Öcalan ile kim görüşecek?
29 Kasım 2024
Abbas Güçlü
Diploma mı, meslek mi?
29 Kasım 2024
Abdullah Karakuş
Bölgede satranç ve terörle mücadele
29 Kasım 2024
Mehmet Tez
Suudi Arabistan başarabilecek mi?
29 Kasım 2024