Emsalsiz bir ses. Gırtlağını, her türlü iniş çıkışlarda kullanabilen, yer yer çatlayan bir ses tonu. Son yılların en önemli solistlerinden biri olan Sia’dan bahsediyorum. Yüzünü siyah beyaz renkte bir perukla gizleyen, ‘Chandelier’, ‘Big Girls Cry’ ve ‘Elastic Heart’ gibi kliplerde oynayan, plastik bedenli çocuk dansçı Maddie Ziegler’le özdeşleşmiş şarkıcı/besteci.
Geçen beş yıl boyunca, diğerlerinin yanı sıra, Beyonce, Britney Spears, Carly Rae Jepsen, Celine Dion, Cheryl, Christina Aguilera, Jennifer Lopez, Jessie J, Katy Perry, Kelly Clarkson, Kelly Rowland, Maroon 5 ve Rita Ora tarafından kaydedilmiş birçok şarkısı var. Örnek çok, Rihanna’dan dinlediğimiz ‘Diamonds’ onun bestesi. Bir röportajda, bu şarkıyı 14 dakikada bestelediğini söylüyor.
Şarkıcı-söz yazarı Sia Furler, 18 Aralık 1975’te Güney Avustralya’da müzisyen bir ailede doğdu. Yerel bir asit caz grubunda kariyerine başladı ve 1997’de Londra’ya taşınmadan önce kimsenin bilmediği bir solo albüm yayımladı. İngiltere’ye taşındıktan sonra Jamiroquai için destek vokalisti olarak çalıştı ve düzensiz hayatı yüzünden gruptan atıldı. Daha sonraki yıllarda Zero 7’de lider vokalistlik yapmış.
Bir şarkıya 40 dakika
2000’li yılların
‘Sıfırın Altında; Dağdaki Mucize’ Sierra Nevada Dağı’nın karları içinde, tek başına verilmiş bir hayatta kalma savaşını öykülüyor. Snowboard üzerinde dertlerinden, tasalarından uzaklaşmaya çalışan Eric LeMarque (Josh Hartnett), hiç beklemediği bir doğa sürpriziyle karşılaşır ve yolunu kaybeder. Bir kaza sonucu sakatlanmış sağ bacağı, işini daha da zorlaştırır. Telefonun, telsizin çekmediği bir dağlık alanda, karların içinde geçirdiği 8 günü ve mucizevi bir şekilde hayatta kalmasını izliyoruz.
İnsan/doğa kategorisinde sonucu bilinen, yaşanmış olaylarda bile mücadelenin nasıl gerçekleştiğini izlemek seyirciyi etkiler. Yukarıdan geçen kurtarma helikopteri, kazazedeyi görecek midir? Bir an önce görsün ve kurtulsun isteriz.
Kazazedenin anımsadığı geçmiş yaşamı da, genelde sorunludur. Eric de karlar içinde yaşamda kalmaya çabalarken, sık sık geçmişini anımsar. Buz hokeyi kariyerini, sosyal uyumsuzluğu nedeniyle çöpe atmış, sonrasındaki boşluğu da, uyuşturucu ile doldurmuştur. Beni bu tür içinde en çok insanın doğaya gidiş motivasyonu ilgilendiriyor. Son yıllarda genelde kent yaşamından veya yakın çevresinden kaçan, kendini bulmak isteyen genç bireyler karşıma çıkıyor. 90 kuşağının sorunlu
The Internet-High Hives
Los Angeles’lı rap, blues, caz temelli müzik yapan The Internet’in dördüncü albümü tam kıvamında olmuş. Yumuşak bir blues, caz temelinde yükselen yumuşak vokaller çok güzel. Arkada sürekli düşük tonda çalan ve bıktırmayan albümler vardır ya High Hives tam bu havada.
Ruelle-Emerge
Dizi ve bilgisayar oyunlarında kullanılan parçalarıyla ünlenen, Ruelle sahne adını kullanan Nashville kökenli Maggie Eckford, yeni albümüyle hemen radarıma takıldı. Elektropop bazlı parçalarında etkileyici sesiyle (seksi de diyebiliriz) atmosfer yaratmayı başaran bir vokalist kendisi. Leftlovers, The Originals, Gotham gibi dizilerde şarkıları kullanılmış Ruelle, bu albümündeki her parçasıyla bir diziye veya filme tekrar yazılabilir diyorum. Parçalarının duygusaldan hareketli bölümlere geçişleri, dramatik ve epik bir yapıda. Tanışın pişman olmazsınız. Eski parçası “War Of Hearts” da lütfen dikkate alınsın.
Twenty One Pilots-Jumpsuit
Single pek yazmam da, Twenty One Pilots çıkarınca farz oldu. Onların “Heatens” şarkısını dinlemekten 2 yıldır vazgeçe-miyorum. 2 yeni parçaları var “Jumpsuit” ve “Nico and The Niners”. İlki tam onların tarzı, hareketli ve kanı kaynatan cinsten. İkinci parçada
Yaşasaydı bugünlerde 100 yaşında olacaktı İsveçli dahi yönetmen Ingmar Bergman. Tüm filmografisi boyunca insana, hayata ve ölüme dair en temel sorular üzerine kafa yordu. Her yeni filmiyle bu sorulara verdiği cevaplar sürekli yenilendi.
Yaşamları ve sinema arasında bir bağ oluşturan yönetmenler, sık sık çocukluklarına dönerek bu dönemi filmlerinde yeniden yaşarlar. Fellini Rimini’de geçen çocukluk ve gençlik yıllarını “Aylaklar” ve “Amarcord” üzerinden neşeli bir tonda sonsuzluğa taşırken, Ingmar Bergman çocukluğunu travmatik ve kabus dolu yıllar olarak anımsadı. O dönemin travmalarını Tanrı’yı sorgulayan, babayı yargılayan unsurları birçok filminin ana temalarına iliştirdi. Son filmi olarak tanımladığı “Fanny ve Alexander” çocukluğunun kabus yıllarını üç saatlik bir epik öykü olarak anlattı. Luterci bir papazın oğlu olarak dünyaya gelen Bergman dini katı kurallar altında yetişti. Ceza, dua, itiraz edememe çocukluk yıllarının karanlığı, kabuslarının kaynağı olur. Babasının sert, otoriter kişiliği yalnız küçük Ingmar’ı değil annesini de yıpratır. Annesi sonunda evi terk eder, aktör olan sevgilisi ile yaşamaya başlar. Babasının intihar etme tehdidi sonrası tekrar geri döner.
Kenan Doğulu, yeni albümü “Vay Be” ile gündeme oturdu. Tam bir albüm sayılmaz toplamda 7 şarkı var. Vokal olarak Doğulu çok güçlü bir ses değildir. Ses rengi Türkçe duygusallara güzel uyar.
Bir önceki albümü “İhtimaller” çok hoşuma gitmişti. Şarkılarını caz olarak yorumlamıştı. Kolay değil, Yurdaer Doğulu gibi efsanevi gitaristin oğlu olarak iyi işler yapmak zorunda. Kardeşi Ozan ile müzik bilgileri geniş evrenleri renkli, canlı. Bu renkler Kenan’ın şarkılarına da yansıyor.
Pop, caz, elektronik, etnik hepsi şarkıların dokusunda var. Albümde en beğendiklerimden başlayayım “Yosun” sözleri ve müziğiyle Kenan’ın sesiyle çok güzel buluşmuş. Sözlerde geriye çağrı var:
“Yalnız değil yenik değil/çaresiz hiç değilsin/suç ortağım dizinin dibindeyim/hayat sana insafsızca ne kadar tuzaklar kursa da/yosun gözlerine fedayım/ yüzün gülene kadar emrindeyim”.
Elektronik arka planı, ritm ve vokalleriyle “Boş Sayfa” akılda kalan bir parça. Albüme adını veren “Vay Be” sitem dolu sözleri canlı ritmiyle konserlerin gözdesi olacak bir parça.
Besteyi Tuğrul Eylül Cerrahoğlu ile bestelemiş Doğulu.
Diğer şarkılara gelince Bora Uzer ve Ozan Turgut ile bestelediği “Issız Ada” tam bir alıp başını gitme şarkısı.
Ethan Hunt insanlığı kurtarma adına Bond’dan sonra gelen en önemli ajan olacak gibi... Tom Cruise’un dinmeyen enerjisiyle hayat verdiği ajan Hunt “Görevimiz Tehlike”nin altıncı filmi “Yansımalar” çıtayı yükseltiyor.
Devam filmlerinin sıkıcı tekrarlarından arınmış canlı, dipdiri bir yapım var karşımızda. Hunt’ın değişmeyen ekibi de güzel insanlardan kurulu; Luther (Wing Rhames) ve Benji (Simon Pegg).
Teknolojiye akılları eren, onun hareketli hayatını kolaylaştıran sevimli tipler.
Ekibe bu bölümde Superman kariyerli Henry Cavill, sert ajan August olarak katılıyor.
Nedense “Görevimiz Tehlike” filmlerinin üzerinden bir süre geçtikten sonra, insanlığın ne felaketlerden, hangi kötü adamlardan kurtulduğundan çok, aksiyon sahneleri aklımda kalır. Muhtemelen bu kez de böyle olacak.
Yine öyküye kısaca girelim: Nükleer bomba yapımı için gerekli Plütonyumun eski İngiliz ajanı, yeni psikopat Solomon Lame’in eline geçmesini önlemek için kıyasıya bir kovalamacadır sürüyor . Macera Belfast ve Berlin üzerinden, Paris’e oradan Londra’ya geçiyor finalde Afganistan’a kadar ulaşıyor. Eski kıtanın fon oluşturduğu aksiyon sahneleri çok keyifli. Hele soğuk savaş yıllarının merkez kenti Berlin başlangıç için
10 Temmuz akşamı Nick Cave ve grubu The Bad Seeds, İstanbul’da unutulmaz bir konser verdi. Onca konser izledikten sonra Nick Cave konser performansı, kafamdaki bazı öğretileri güncelledi. Nedir, şöyle bir bakalım...
Rock yıldızı olmak kolay, fakat efsane olmak için özel bir şeyler yapmak lazım. Yazdığın, bestelediğin şarkıları hissederek yorumlayacaksın. Şarkıcı değil, yorumcu olacaksın. Bunu, Nick Cave emsalsiz bir şekilde yapıyor. Karanlık sözleri olan, derine bakan dünyasından çıkan şarkıları yaşıyor. Onun karanlığını, yaşama farklı bakış açısını yansıtan şarkı sözlerine bir bakalım: ‘The Mercy Seat’ örneğin, elektrikli sandalyede infazı bekleyen hükümlünün kafasından geçen Tanrı ve Cennet düşüncelerini anlatır veya ‘From Here to Eternity’ üst katta oturan kızın ve kendi yalnızlığını anlatır: ”bütün bu yalnız gece boyunca/ Ve ben de onun ağladığını duydum /sıcak gözyaşları aşağıya geliyor/ çatlaklardan sızıntı /yüzüme doğru /onları ağzıma alıyorum /yürü ve ağla, yürü ve ağla” sonuçta sonsuzluğa doğru bir yürüyüş vardır.
Çalışarak unuttu
Bu şarkıların enerjisini seyircisine aktarmayı muhteşem bir şekilde yapıyor. Sahnenin önündeki seyircilerle sürekli iletişim içinde; ellerine
Tunus asıllı Fransız yönetmen Abdellatif Kechiche filmleri bir şekilde tartışma yaratıyor. Lezbiyen bir aşk öyküsünü anlattığı ‘Mavi, En Sıcak Renktir’le Cannes’da Altın Palmiye ödülü kazandığında, bir kesim uzun sevişme sahnelerindeki yaklaşımının, erkek bakışını temsil ettiğini iddia etmişti. Filmin kadın oyuncuları, başta Lea Séydoux olmak üzere, bu iddiaları kısmen onaylamışlardı. Diğer bir kesim ise filmi cesur, anlamlı ve estetik bulmuştu. Yeni filmi ‘Kısmet, Sevgilim: İlk Şarkı’da bir kez daha, kadın cinselliğini ön planda işleyen öykü anlatıyor. Fransa’nın güneyinde bir sahil kasabasında, yaz tatilinde bir araya gelmiş bir grup gencin, aşklarını, kalp kırıklıklarını, sevişmelerini, eğlenmelerini, yetişkinlerle olan ilişkilerini bir nevi belgeselci üslubuyla anlatıyor. Bunu yaparken bikinili bedenleri, diskoda müzik ritmiyle sallanan kalçaları, arzulu bakışları, ateşli sevişmeleri fetişist bir saplantı gibi, uzun sekanslarla gösteriyor.
90’lı yılların başı, yer Fransa’nın güneyindeki Sete sahil kasabası. Öykünün merkezindeki genç adam Amin (Shain Boumedine), Paris’e tıp eğitimi için gitmiş, fakat sonradan senaryo yazmayı tercih etmiş. Sanata meraklı, yazın ortasında karanlık