Filmekimi bir kez daha dolu dolu geldi. Konak Pier Cinemaksimum 7. salonunda, 18-23 Ekim günleri arasında toplam 27 film gösterime girecek. Cannes, Venedik ve Berlin gibi başat festivallerin ödüllü, yarışmacı filmleri, 5 gün boyu 5 seans halinde bizleri bekliyor. Favorilerimden incelemeye başlayalım.
LORO: ‘Muhteşem Güzellik’ten bu yana hayran olduğum Paolo Sorrentino, yeni filminde bir kez daha gerçek olaylara, o hınzır, o ironik bakışını atıyor. Bu sefer odakta politikanın en renkli, en tartışmalı şahsiyetlerinden, eski İtalya Başbakanı Berlusconi var. Gözde oyuncusu Paul Servino’ya emanet ettiği bu popüler şahsiyet üzerine her türlü kirli çamaşır ortaya dökülüyor. Berlusconi’nin karşısındakileri ikna eden olağanüstü meziyetini de birçok politikacıya izdüşüm olabilecek şekilde anlatmış üstat Sorrentino. Kaçırılmayacak 150 dakikalık bir şölen.
SARAYIN GÖZDESİ: Venedik’te jüri büyük ödülü kazanan film, Lantimos’tan beklemediğimiz bir dönem hikâyesi. 18 yy. İngiltere sarayında kadınlar arası bir iktidar mücadelesi. Üç kadının çatışmasını izlediğimiz ve devasa bir sarayın içinde küçücük odalara hapsolduğumuz Sarayın Gözdesi’nin dünyası da en az Lanthimos’unkiler kadar
Paul Weller’la ilk tanışmam, 80’li yılların ortalarında oldu. Style Council grubuyla çıkardığı ilk albüm, 1984 tarihli Café Bleu sayesinde. O zamanlar, malum daha kaset dinlediğimiz dönemlerdi. Kapağındaki resim dikkatimi çekmişti, Fransız polisiye filmlerinden çıkma bir sahne gibiydi. Beyaz pardösülü iki adam, hareket halinde bir yerlere yetişme telaşındaydı. Pop dünyasında çok rastlamadığımız cinsten sinematografik bir albüm kapağıydı. O yıllarda elleri gitarlı veya koca kafalar şeklinde yakın plan çekilmiş grup resimleri veya gotik resimler, grafikler rağbetteydi. Kapağına tav olduğum albümü dinledikçe dinledim, caz ezgileriyle süslü şarkılarda hafif uçan gitar tınıları çok hoşuma gitmişti. Bu albümden çıkan ‘My Ever Changing Moods’ hâlâ keyifle dinlediğim şarkılar arasındadır. Soul, R&B ve caz arası harmanlar, arka plandaki 80’lerin synthe ritimleri, Style Council’i izleyeceğim gruplar kategorisine sokmuştu bile. Grubun has adamları Paul Weller ve Mick Talbot’tu. Paul Weller’ı müzik dünyasına tanıtan ve eski şarkıları hâlâ derleme olarak çıkarılan The Jam grubundan bilirdim; grubun punk ve mod arası müziği benim için çok etkileyici olmamıştı. O yıllarda Sex Pistols, The Clash
Irkçılığa karşı hep öfkelidir Spike Lee. Yazıp yönettiği ‘Doğruyu Seç’ ve ‘Malcolm X’ bu türün kilometre taşlarıdır. ‘Karanlıkla Karşı Karşıya-BlacKkKlansman’la ırkçılığı bir kez daha gündeme taşıyor. “Irkçılık bitmez, geçmişte yaşananlar bugün tekrar yaşanabilir, filmlerimle sadece unutturmamaya çalışıyorum, Trump’ın gelişiyle her şey daha kötüye gidiyor” diyor.
Lee, bu kez 70’li yıllarda yaşanmış bir olayı anlatıyor. Olayın kahramanı, Colorado eyaleti polis teşkilatında çalışan siyahi Ron Stallwort... Bir Klu Klax Klan organizasyonunun ortaya çıkarılması için çalışır. Telefon konuşmalarını kendisi yapar, toplantılara beyaz meslektaşı Flip Zimmerman’ı gönderir. Yani kısaca Ron, işin en başındaki adamı telefon başında çözmeye çalışırken, Flip de işin tehlikeli, aksiyon tarafına gider.
Absürdite sınırında dolaşan bir sürü mantıksızlık, yaşanmış bir olayda nasıl olur dedirtiyor. Absürd olaylar ve aptal tiplemeler, filmin mizah duygusunu artırıyor. Sonuç olarak, 70’li yıllarda geçen onca polisiye komedi aksiyon çizgisinde bir film yapmış Lee. Nerede eskinin öfkesi Spike Lee’de... Ne yapsın, ırkçılık önlenemiyorsa ben de dalgamı geçerime getirmiş sözü.
Finalde öyküyü noktalıyor ve geçen
Bir gemi seyahati düşünün. Bir hafta sürecek, Tampa’dan Grand Cayman adalarına gidecek. Ve bu muhteşem rotada yaşayan en büyük blues sanatçıları festival yapacak. “Blues Alive At Sea”nin beşincisi düzenleniyor. Konser söyleşi ve blues üzerine her şey var. Festivale katılan isimlere gelince başta tabi ki yaşayan efsane Joe Bonamassa olmak üzere Kenny Wayne Shepperd, Ruthie Foster, Ayster Linster, Walter Truth, Larkin Poe, Eric Gales, Davy Knowles, Nick Moss Band, King Salomon Hicks... Liste uzayıp gidiyor. Bu gemiye binip, inmemek de mümkün. Yılda iki kez tekrarlanıyor. Oturur, beklerim. İsimleri tanımayan varsa sanatçıları kısaca tanıyalım.
Joe Bonamassa, son 10 yılın en büyük blues gitaristi, vokalisti ve bestecisi demek kesinlikle abartı olmaz. Yılda en az 100 konsere çıkıyor ve mutlaka bir stüdyo albümüne imza atıyor. 18 yılda 26 solo albümü var, Black Country Communion adlı süper bir grup ise yan projeleri arasında. Muhteşem gitar tekniğini blues-rock harmanında sunuyor. 8 yaşında Steve Ray Vaughn’dan etkilenerek başlamış çalmaya, 12 yaşında B.B.King öncesi uvertür çalmış. Blues’un yanık sesi Beth Hart ile verdiği konserlerde sahne yangın yerine dönüyor ve birlikte yaptıkları
‘2001: Bir Uzay Macerası’ bir başyapıt olmaktan ötedir. Yıllar boyu üzerinde sayısız makale yazılmış, dünyanın dört bir tarafında bilim adamları ve düşünürlerin gündeminde kalmayı başarmış bir sinema olayıdır. İnsanoğlunun nereden gelip nereye gittiğini, zamanının ötesinde tematik bir derinlik ve estetikle sunan Stanley Kubrick klasiği, 50 yaşına girdi. Gökyüzüne fırlatılan bir kemiğin evrenin sonsuz boşluğunda bir uzay aracına dönüşmesi, sinema tarihinin en unutulmaz sahnelerinden birisidir. İnsanoğlunun milyonlarca yıllık serüvenini bir çırpıda özetler. Devamında ise ‘Mavi Tuna’ valsinin eşsiz notaları eşliğinde uzay mekiğinin, bir uzay istasyonuna yaklaşmasını izler seyirci.
Stanley Kubrick, bu filmle bilimkurgu türüne yeni bir soluk getirirken, birçok klişeyi yerle bir ediyordu. “2001’e kadar türün diğer örnekleri, bilimsel bazı gerçekler üzerinden hareket ederek şaşırtıcı bir kurgu yaratma çabası içindeydi. Asimov, Clarke, Heinlein gibi yazarların kitaplarını temel alan birçok film ya yörüngede dolaşan iletişim uyduları veya robot yasaları ya da yabancı gezegenleri istilaya giden insanlar üzerinden, bilimsel verilerle güçlendirilmiş sinema öykülerini inandırıcı kılmaya
98 doğumlu Sena Şener. Evde çıplak sesle, efsane Laura Branigan şarkısı ‘Self Control’ yorumuyla keşfettim kendisini. Arkasından biraz daha Youtube eşelemesinde Evrencan Gündüz’le yaptığı ‘Back To Black’ kaydına denk geldim. O ne yorum öyle, Amy Winhouse’u yattığı yerde ters döndürecek bir ses. ‘Killing Me Softly’ gibi ‘cover’lar derken kendi bestelerine girdim. Genç yaşından beklenmeyen bir yorum gücü, yıldız tozu beni hayran bıraktı. Katman katman açılan zengin bir ses soul, blues, folk arası her şarkıyı söyleyecek, ruh aşılayacak bir yetenek. Aslen Maraşlı, fakat Gaziantep doğumlu. 2016’da Mahmut Orhan ile dünya listelerini altüst eden ‘Feel’ parçasının vokalini yapmış. Yunanistan, Bulgaristan, Lübnan ve Romanya’da bir numara olmuş, 300 milyon kereden fazla tıklanmış.
9 yaşında kendi kendine gitar çalarak, şarkı söyleyerek başlamış müziğe. Kısa sürede beste yapmaya başlamış. Geçen günlerde dijital platformlara düşen, ‘İnsan Gelir İnsan Geçer’ adlı ilk albümünde, kendi bestelediği 10 şarkı var. Albümünden ‘Sevmemeliyiz’ single olarak dikkatimizi çekmişti. Belirli bir müzik türü ön plana çıkmıyor albümde. Alternatif üst başlığı altında rock, blues, soul, hatta caz esintileri
Türk sinemasında son 10 yılın bir değerlen-dirmesini yapmak için masa başına oturdum. Baktıkça işler değişti. Meğerse etkilendiğim filmlerin çoğunu son 5 yıl içinde izlemişim. Çok bahsettiğim, yazdığım Vavien, İki Dil Bir Bavul, Beynelmilel, Sonbahar gibi filmlerin üzerinden 10 yılı aşan bir zaman geçmiş. Son 5 yıl çok verimli geçti yerli sinemada. Birçok genç yönetmen ülke gerçeklerini didaktizm tuzağına düşmeden metaforik anlatımlarla perdeye yansıttılar. Zekice kurgulanmış senaryolar ve iyi oyunculuklar festivallerde hak ettikleri ödülleri getirdi. Tolga Karaçelik, Emin Alper, Kıvanç Sezer, Mehmet Can Mertoğlu, Can Özgün Karaçelik gibi genç yönetmenler uzun soluklu olacaklarını, gelecekte daha iyi işlere imza atacaklarının sinyallerini gönderdiler.
1. Kış Uykusu (2014)-Nuri Bilge Ceylan
2. Kozmos (2010)-Reha Erdem
3. Kelebekler (2018)-Tolga Karaçelik
4. Abluka (2015-Emin Alper
5. Ahlat Ağacı (2018)-Nuri Bilge Ceylan
6. Albüm (2016)-Mehmet Can Mertoğlu
Arnold Schwarzenegger’ın görkemli yıllarından anımsadığımız 1987 tarihli “Predator- Av” beyazperdede güncellendi. Bu tür güncellemelerin çoğunlukla daha iyi olmadığını, geçmişteki tecrübelerden biliyoruz. Beklentilerimin üstünde bir güncelleme yeni “Predator: Upgrade”. Arnold’un yanındaki askerlerden birisini canlandırmış olan Shaun Black bu kez yönetmen koltuğunda öyküye yeni bir ruh ve can aşılamış. Gerilimi az, aksiyonu ve komedisi yükselmiş orta karar bir kokteyl olarak sunuyor.
Kendilerine “üşütükler” adını veren, sakıncalı askerler grubunun Predator avına çıkması filmin tüm atmosferini hafifletiyor, bir gülümsemeyle izlenen aksiyon parodisine dönüştürmüş. Yoksa “gore” olarak tabir ettiğimiz kolların kafaların havada uçtuğu kanlı sahnelerin sayısı az değil. Diyaloglar uçuk, belden aşağı fakat tiplemelere yakışıyor. Filmin sorunu bence, Predator’ın korkutuculuğunu yitirip, artık çok ciddiye alınamaz yaratıklara dönüşmesinde. Alien asla bu durumlara düşmedi. Ne yapalım yaratıkların da emeklilik dönemleri olabiliyor.
İnsan bedeninden beslenen uzaylı yaratık filmleri
Alien (1979): Uzay yaratıkları içinde en meşhuru. Ridley Scott’ın yarattığı üremek için insan bedenini