Terry Gilliam sinemaya farklı, yaratıcı, unutulmaz filmler armağan etmiş bir yönetmendir. “Balıkçı Kral”, “Brazil”, “Vegas’ta Korku ve Nefret” kült mertebesinin özel bir bölümünde yer alır. En büyük hayali olan Don Kişot’u uyarlamak ise tam tamına 25 yılına mal oldu. Film, bunu vurgulayan bir göndermeyle açılıyor; “25 yıldır çekilen ve çekilemeyen Terry Gilliam filmi”... Neler oldu bu süreçte, kısaca üzerinden geçelim. Yanlış yapımcılarla yola çıkan Gilliam, 10 yılın sonrasında başka yapımcılarla yoluna devam etmek zorunda kalıyor. Bu ara ilk yapımcılarla bitmek bilmeyen hukuki mücadeleye girişiyor. 2002’de tüm bu hayal kırıklığını anlatan, “Lost in La Mancha” adlı bir belgesel bile çekiyor. Durumu en iyi açıklayan gelişme, Gilliam’ın Don Kişot rolü için hazırladığı iki oyuncu Jean Rochefort ve John Hurt’ın bu süreç içinde yaşamlarını kaybetmesi. Tüm bu gelişmeler sonrası, Gilliam hayranlarının yıllardır beklediği bir film oldu “Don Kişot’u Öldüren Adam”.
Gilliam, romana sadık bir uyarlama yapmıyor. Don Kişot’u delilik sürecinde bir adam olarak ele alıyor. Sanki filmin gerçekleşme sürecinde yaşadıklarını yansıtıyor karaktere. İspanya’da yıllar önce öğrenci filmi olarak Don Kişot
'Yeşil Rehber-Green Book' ırkçılık ve yolculuk üzerine yapılmış en güzel filmlerden birisi olmaya aday. Yaklaşmakta olan ödül aylarında adından bol miktarda söz ettirecek gibi. En iyi film ödüllerini Toronto ve New York National Board seçiminde kazandı. Yolculuk sineması, insanların birbirini tanıması, yaklaşması veya uzaklaşması üzerine çok öyküye sahiptir. 60’lı yıllarda, virtüöz siyahi piyanist Dr. lakaplı Don Sheryl, ırkçılığıyla bilinen güney eyaletlerine yapacağı konser turnesi için, kendisine şoförlük yapacak İtalyan asıllı Tony ‘Lip’ Vallelonga’yla dolgun bir ücret karşılığı anlaşır. Tony, gece kulübünde fedai olarak çalışan kaba saba her İtalyan gibi ailesine düşkün bir adamdır. Gerektiğinde eli oldukça da ağırdır. Don Sheryl ise o dönem siyahiler üzerine olan ırkçı baskıları, olağanüstü yeteneğiyle sanat alanında yıkmış başarılı bir konser piyanistidir. Sahnede gördüğü saygıyı ne yazık ki, sosyal alanlarda görmekten uzaktır. Konser verdiği salonun restoranında, ten rengi uygun olmadığından yemek yiyemez.
Yönetmen Peter Farrelly’nin, karakterler üzerine yoğunlaştığı anlatımı akışkan ve etkileyici. Farklı dünyaların iki insanı, Chevrolet marka bir arabada buluşuyor. Birisi
Genç kuşak Rus yönetmenlerinden Kirill Serebrennikov, yeni filmi siyah beyaz ‘Yaz-Leto’yla 80’lerin Sovyetler’inde Batı’dan ilham alarak rock ve punk grupları kuran gençlerin öykülerini anlatıyor. Film, bir yanda gençlerin temsil ettiği enerji ve yaratıcılığı, diğer tarafta 10 yıl sonra çökecek bir rejimin dogmatik unsurlarını üst üste bindiriyor. Cannes’daki yarışmaya yönetmen Serebrennikov’un tutuklanmış olması nedeniyle katılamaması, filme olan ilgiyi artırmıştı. Yönetmenin Putin tarafından gözdağı vermek amacıyla başka bir nedenden dolayı hapse atıldığını tüm sanat çevreleri biliyor.
Serebrennikov, hapishaneden yönettiği filmde, Mayk Naumenko ve Viktor Tsoi adlı müzisyenlerin yaşantılarından yola çıkıyor. Öyküde üçgen aşk, dramatik yapıyı güçlendiriyor. Birisinin rock’n roll’a, diğerinin punk müziğe olan yakınlıkları, seyirci için dönem müziklerini anımsatan bir belgesele dönüşüyor. “Sistem karşıtlığını direkt ele almasa da yaşam tarzı tek başına siyaset ve karşı duruş olabilir mi?” sorusuna yanıt arayan bir anlatı ortaya çıkmış. Başıboşluğa ve alkole olan güzellemeler, sistem karşıtlığının en güzel ifadesi olarak filmde yerini buluyor. Son haftalarda perdeyi istila eden müzik
80’li yılların pop ikonu Whitney Houston... Michael Jackson’la aynı yıllarda fırtına gibi esen bir ilahenin biyografik öyküsü. Belgesel olduğuna bakmayın, kurmaca ritminde akan, zerre kadar temposunu kaybetmeyen bir film... İşin başında 2000’de ‘Eylül’de Bir Gün’le belgeselde Oscar kazanmış Kevin Macdonald var. Diğer belgeselleri arasında 2003 tarihli ‘Touching The Void-Boşluğu Yakalamak’ vardır ki, bence dağcılık üzerine yapılmış en iyi belgeseldir. Birçok kez izlediğim bu belgesel, her seferinde beni germeyi başarır. Kurmaca filmleri Son İskoçya Kralı (2006), Devlet Oyunları (2009) başarılı yapımlardır.
Macdonald; öyküyü taraf tutmayan bir anlatımla, gerçek yüzüyle anlatıyor. Zoru başarıyor diyebilirim, belgesellerde tarafsızlık her daim başarılamaz. Örneğin, son yıllarda hatırladığım şarkıcı belgesellerinden ‘Amy’, onun yaşamındaki insanları karalamaya soyunmuştu adeta. Whitney de, Amy gibi uyuşturucu komasıyla dünyadan ayrılmış bir yıldız. 92 tarihli ‘Bodyguard’ filmiyle gişe rekorları kıran Whitney, sonrasında ipin ucunu kaçırır. Önce sesini, sonra kariyerini kaybeder. Bu konuda aile yakınlarıyla yapılan röportajlar var. Bizler, onu her zaman ‘I Will Always Love You’yla
Bohemian Rhapsody’anılarımı canlandırdı. Queen grubunu 2 Mayıs 1978’de Viyana konserinde izlemiştim. O günlerde, 40 yıl sonra hâlâ bu konserden, grubun emsalsiz solistinden bahsediyor olabileceğimi bilmiyordum. Freddie Mercury’nin bir efsane olacağını, ölümünden 29 yıl sonra beyazperdede merakla izlenen bir kült figüre dönüşeceğini asla tahmin edemezdim. O konserde, uzun saçıyla, döneminin damalı tulum kıyafeti içinde sahne almıştı. Kendine has beden dili, tüm salonu etkisi altına alıyordu. Queen, o dönemin rock zenginliği içinde, farklı bir sesti. Düşünün Led Zepplin, Pink Floyd ve Deep Purple gibi devlerin ortalığı yıktığı günlerdi ve 4 oktavlık Freddie Mercury sesi, onlarla aynı kulvardaydı.
Yaklaşık 10 yıllık, oldukça sorunlu geçen bir hazırlık sürecinden sonra gelen ‘Bohemian Rhapsody’, müziğin ve gençliğin bu parlak dönemini mükemmel yansıtıyor. Queen cephesinden dönemi yaşarken müziğin, konserlerin heyecanını hissetmemek mümkün değil. Hele finalde Wembley Live Aid konseri, tüyleri diken diken ediyor. Perdede olabilecek en iyi konser canlandırmalarından birisi olmuş.
Queen şarkıları
Queen’in ve rock tarihinin en ayrıksı şarkısı olan ‘Bohemian Rhapsody’nin besteleme, kayıt
Fransız Gaspar Noe, sinemanın en provokatif yönetmenleri arasında ilk sırayı alabilir. Elini asla korkak alıştırmamıştır. Sinematografisinin önemli dönemeçlerini hatırlarsak, Dönüşü Yok, Aşk, Boşlukta. Örneğin Dönüşü Yok’ta Monica Belluci’nin 12 dakika boyu tecavüze uğradığı sekansın mimarıdır. Doğum ve ölüm arasını dolduran şiddet, aşk, iletişim arızaları gibi öğeleri gerçekçi çiğlik içinde işler. Bazı sahnelerini hazmetmek zordur. Climax onun zihninin son ürünü. Kırmızının sürüklediği bir atmosferde, baş döndüren bir müzik, çılgın dans sahneleriyle dolu bir parti gecesini anlatıyor. Her şey uyuşturucunun da etkisiyle kontrolden çıkmaya başlıyor. İnsanın boşalan bilinçaltının nelere yol açabileceğine doğru frensiz bir gidiş başlıyor.
Müslüm Baba, geçti bu dünyadan
Müslüm Gürses hayranlarının gözünde bir ilah olarak yaşadı. Onun ilahlığı tepede bir şatoda veya bulutların üstünde oturmak değildi. Onlara sevecen, içten, babacan tavırlarla yaklaştı. Ellerini tuttu, onlara sarıldı, yardım etti, sahip çıktı, kendi cümleleriyle konuştu. İçindeki acıları şarkılarında türkülerinde dile getirdi, kalbinin içinden söyledi. Onu yetiştiren Adana Halk Evi’ndeki hocası Limoncu Ali’nin deyişiyle
Carpenter adını bana yönetmen olarak öğreten film 1978’de izlediğim tarihin ilk ‘Halloween’i oldu. Sinemada birkaç kez izledikten sonra o zamanın teknolojisi VHS video da defalarca izlediğimi anımsıyorum. Michael Myers beyaz maskesi, robotik hareketlerle salladığı bıçağı, kurbanlarının yüzüne başını yana eğerek acıyan bakışı ve neredeyse ölümsüz bedeniyle korku sinemasında benim için en kült figür oldu. Carpenter, ilk filmde ürpertiyi; açılan perde, çarpan pencere, aniden ortaya çıkan Myers ile hissettirmişti. Öyle kanlı slasher cinsi bir istismar korkusu değildi. Sevgilisiyle seks yapan ablasını öldürdükten sonra tımarhaneye kapatılan Myers yine bir Cadılar Bayramı günü kaçarak eski mahallesine gelir ve diğer kız kardeşi Laurie’yi öldürmeye çalışır. 14 yıl boyu tımarhanede tedavisini üstlenen psikiyatrist Loomie onun için “O bir insan olamaz” diyordu. Loomie, karakterinde unutulmaz oyuncu Donald Pleasence, Laurie’de ise çığlık kraliçesi Jamie Lee Curtis oynamıştı.
İzleyen yıllarda Halloween bir seriye dönüştü. İkincisi ‘eh biraz’ olurken diğerleri ucuz bir şiddet gösterisine dönüştü. Nihayet eli yüzü düzgün bir 9. versiyon çevrildi. David Gordon Green yönetmen koltuğunda, Jamie
Perşembe günü başlayan Filmekimi, 23 Ekim Salı gününe kadar sürüyor. Kaçırılmayacak iki filmi hemen tanıyalım... Filmler vardır sakin, hiçbir şey olmuyormuş gibi akarken seyirciyi fark ettirmeden bir gerilimin, bir bilinmezliğin içine alır. Seyirci karanlığın içinde, finale birlikte yürür. ‘Burning- Şüphe’ bu konuda başyapıt düzeyinde bir anlatım sunuyor. Yönetmen Chang-donk Lee, uzun yıllar yazarlık yapmasının ustalığını, ince ince dokuduğu senaryosunda sergiliyor. Karakter biçimlendirmeden, çevredeki objelere kadar detaylı bir çalışma. İzlerken bir roman okuyor duygusuna kapıldım. Haruki Murakami’nin kısa bir öyküsünü kendisinden çok şeyler katarak beyazperdeye uyarlamış Lee. Önce alt sınıftan genç erkek Jong-soo ve genç kız Hae-mi ile tanışıyoruz. Aynı köyde büyümüş iki gencin arasına zengin sınıftan genç bir erkek, Ben ekleniyor. İşsizlik, kimlik arayışı, sınıf farkı, yabancılaşma, çaresizlik, hayallerin kırılması... Öykü, bize diğer ülkelerdekinden değişik gözükmeyen sınıf farklılığının Güney Kore versiyonunu gösteriyor. Zengin egemen sınıfın hâkimiyeti, en nihayetinde değiştirilemeyen kader gibi evrensel kodlamalar karşımıza çıkıyor. Tüm bu unsurlar, anlatının şiirsel