Lanetli bir coğrafyanın çilekeş çocukları

2 Şubat 2019

Bazı filmler sarsar, silkeler, atar. “Kefernaum” bu duyguyu izleyene fazlasıyla yüklüyor. Jenerikler akarken, oturup kalıyorsun. 12 yaşında sokaklarda yaşama pes etmeyen, kendisini çevreleyen kurallara kafa tutan kararlı bir çocuğun hikâyesini anlatıyor. Lübnanlı kadın yönetmen Nadine Labaki, 4 yıllık bir hazırlık sürecinden sonra, Beyrut sokaklarından geçen öyküsünde gerçekçiliği, sokağın kokusunu sonuna kadar hissettiriyor. Sorduğu soruları da yanıtsız bırakmıyor. Sonuçta, insanoğlunun esir düştüğü cahillik, bağnazlık, çıkarcılık ve şiddet olanca yalınlığıyla, ikiyüzlülüğüyle ortaya çıkıyor. Müslüman toplumların vazgeçemediği doğurmak, çoğalmak geleneğinin aile olmaya yetmediğini, bu kavramın kurallarının farklı olduğunu, altının boşaltıldığını vurguluyor.

Film, mahkeme salonunda başlıyor; geriye dönüşlerle öyküyü anlatıyor. 12 yaşındaki Zain mahkeme huzurunda ebeveynlerinden hesap soruyor; “Madem bakamayacaktınız beni niye dünyaya getirdiniz?” diye. Sonrasında sefil, yiyecek ekmeğe muhtaç, çok çocuklu bir ailenin yaşamına giriyoruz. 11 yaşındaki kız çocuğu Saher’in kocaya verilmesi için ilk âdetini görmesi beklenir. Çaresizliğin, fakirliğin çıkardığı zorluklara karşı Zain (Zain

Yazının Devamı

Oscar tarihinde bir ilk gerçekleşecek mi?

26 Ocak 2019

Bir Meksikalı, bir Yunan ve bir Polonyalı yönetmen Oscar adaylıklarında en büyük payı aldı. ‘Roma’ ve ‘Sarayın Gözdesi’ 10’ar, ‘Soğuk Savaş’ da 3 önemli dalda aday oldu. 91 yıllık Oscar tarihinde ilk kez, ‘Roma’ yabancı dilde çevrilmiş film olarak, bir ilki gerçekleştirmeye çok yakın. ‘En İyi Film’ ve ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ kategorilerinde 2 Oscar birden kazanabilir. Yabancı dilde çevrilmiş ve Akademi ödülleri tarihinde en iyi film kategorisinde adaylık almış filmlerin sayısı 9... Aşk (2012), Iwo Jama’dan Mektuplar (2006), Kaplan ve Ejderha (2000), Hayat Güzeldir (1997), Postacı (1994), Çığlıklar ve Fısıltılar (1972), Utvandrarna (1971), Ölümsüz (1969), La Grande Illusion (1937). Bu adaylardan hiçbirisi en iyi film seçilemedi, ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ ödülüyle evlerine döndü. ‘Roma’ 10 dalda adaylık aldı, ‘Kaplan ve Ejderha’nın rekorunu egale etti.

Yine 10 dalda adaylık alan, ‘Sarayın Gözdesi’ bu yılın ikinci büyük sürprizi oldu. Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un, İngiliz sarayındaki kadınsal entrikaları gotik, absürd bir bakışla anlattığı filminin bu kadar adaylıkla donatılması (benim için olmasa da) şaşırtıcı. Lanthimos’un sinematografisinde yer alan ‘Köpek Dişi’, ‘The

Yazının Devamı

Aile olmak için, kan bağı şart mı?

19 Ocak 2019

"Arakçılar-Shoplifters" son Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazandı. Bu ödül, Japon Sineması’nın bu festivalde 1997’den sonra kazandığı ilk büyük ödül oldu. Jüri Başkanı Cate Blanchett, filmi neden seçtiklerini “Aklımızı başımızdan aldı, oyuncu performansları ve yönetmen vizyonu inanılmaz bir uyum içindeydi” şeklinde açıklamıştı. Yönetmen Hirokazu Koreeda, aile dramları üzerine uzman bir isim. Yasujiro Ozu’dan bu yana aile bağlarının çelişkileri üzerine odaklanan filmler üretmiş olan Koreeda, bu sefer kan bağının aile olmak için şart olup olmadığını tartışmaya açıyor. Bir önceki filmi ‘Benim Babam, Benim Oğlum’da (2013) yine benzer bir konuya el atmıştı. Doğumhanede karışan çocuklardan Keita varlıklı bir ailenin, Ryusei ise fakir bir ailenin yanında 6 yaşına kadar gelir. Yanlışlığın farkına varıldığında baba kimi tercih edecektir? Kan bağı olan oğlunu mu, yoksa büyüttüğü, duygusal olarak bağlandığı başkasının çocuğunu mu? ‘Arakçılar’da öykü, yaşamlarını marketlerden yiyecek çalarak sürdüren fakir bir ailenin sokakta buldukları kız çocuğunu yanlarına almasıyla gelişiyor.

Film üzerine yapılan bir söyleşisinde Koreeda, Japon toplumunun evlat edinme konusunda açık

Yazının Devamı

Gençliğin kırılan hayalleri

12 Ocak 2019

Filmler vardır sakin, hiçbir şey olmuyormuş gibi akar, bu sakinlik içinde, seyirciyi fark ettirmeden bir gerilimin, bir bilinmezliğin içine alır. Karanlığın içinde, finale doğru birlikte yürürler. ‘Burning-Şüphe’ bu konuda başyapıt düzeyinde bir anlatım sunuyor.

Yönetmen Chang-donk Lee, uzun yıllar yazarlık yapmasının ustalığını, ince ince dokuduğu senaryosunda sergiliyor. Karakter biçimlendirmeden, çevredeki objelere kadar detaylı bir çalışma sunuyor. İzlerken bir roman okuyor duygusuna kapılıyor insan. Haruki Murakami’nin kısa bir öyküsünü, kendisinden çok şeyler katarak beyaz perdeye uyarlamış Lee.

Önce alt sınıftan genç erkek Jong-soo ve genç kız Hae-mi ile tanışıyoruz. Aynı köyde büyümüş iki gencin arasına zengin sınıftan Ben adında genç bir erkek ekleniyor. İşsizlik, kimlik arayışı, sınıf farkı, yabancılaşma, çaresizlik, hayallerin kırılması...

Öykü, bize diğer ülkelerdekinden değişik gözükmeyen sınıf farklılığının Güney Kore tarzını gösteriyor. Zengin egemen sınıfın hâkimiyeti, en nihayetinde değiştirilemeyen kader gibi evrensel kodlamalar karşımıza çıkıyor. Tüm bu unsurlar, anlatının şiirsel yumuşaklığı içinde tam kıvamında yoğrulmuş. Roman okuyor duygusu film boyu sürüyor.

Yazının Devamı

Kara mizahın iyi örneği

5 Ocak 2019

İngiliz kara mizahını çok severim. Ölümü ve komediyi bir araya getirmek ustalık isteyen bir iştir. Bu işi en iyi yapanlar da belki İngilizler olabilir. “Garantili Ölüm-(Yoksa Paran İade)” bu türün iyi bir örneği olarak geldi. Daha önce benzerlerini izlemediğimiz bir öykü yok karşımızda. Buna rağmen oyunculukları ve başarılı diyaloglarıyla güldürmeyi, aksiyonuyla da şaşırtmayı başarıyor. Hayatta başarısız olmuş, güveni kırılmış, hayattan bıkmış genç yazar William (Aneurin Barnard), intihar girişimlerinin başarısızlığı sonrası önemli bir karar verir. Kendisini bir hafta içinde öldürecek bit tetikçiyle son birikimi karşılığı anlaşır. Hayatına aniden giren editör bir kız ve umulmadık olaylar kararını yeniden gözden geçirmesine neden olur.

En iyilerden biri

İlk uzun metrajında senaryoyu da kaleme alan yönetmen Tom Edmunds, parlak anlar yaratmayı başarıyor. William’ın tetikçi Leslie’yle (Tom Wilkonson) anlaşma yaptığı kahve sohbeti muhteşem bir mizah duygusuna sahip. Finalde Leslie ile suikastçiler birliği patronu arasındaki mutfak sekansı da çok iyi sahnelenmiş. Tom Wilkonson gibi usta bir oyuncunun filme katkısı çok büyük. Düzenli, aile hayatı olan memur bir tetikçi portresi, onunla çok

Yazının Devamı

2018’in en iyileri

29 Aralık 2018

Her yılın sonunda en iyileri yazarken zorlanırım. Beğendiğim filmleri sıralarken, ne kıyıya köşeye sıkışmış festival filmlerine, ne de seyirciye geniş anlamda ulaşmış olan vizyon filmlerine haksızlık yapmamaya çalışırım. Buna rağmen birçok kaliteli filme, haksızca bir kıyımım da hep olur. Bu nedenle bu yıl ilk 10 yanında ikinci bir onluk liste yaptım 20 filme tamamladım. Vicdanım rahat.

1.ROMA-ALFONSO CUARON
2.AHLAT AĞACI-NURİ BİLGE CEYLAN
3.FLORİDA PROJESİ- FLORİDA PROJECT/SEAN BAKER
4.PHANTOM THREAD-PAUL THOMAS ANDERSON
5.KELEBEKLER-TOLGA KARAÇELİK
6.BEN, TONYA-I,TONYA/CRAIG GILLISPIE

Yazının Devamı

Geçmişin Meksikası’ndan anılar

22 Aralık 2018

Oscar ödüllü yönetmen Alberto Cuaron’un çocukluk anılarından yola çıkarak çektiği “Roma”, muhteşem kelimesini fazlasıyla hakeden bir görsel şölen. Bu yıl Oscar ödüllerinde ilk yayımlanan uzun listede “En İyi Yabancı Dil”de aday gösterilen filmin “En İyi Film” kategorisinde de adaylığı bekleniyor. “Roma” aynı zamanda Netflix’in sinema salonlarına inmeme kararını değiştirmesine de neden oldu. Cuaron filminin büyük perdeye yakışacağını söylemesi ve Venedik’te Altın Aslan kazanması üzerine Netflix sinema salonunda girdi.
Roma, yetmişli yıllarda Mexico City’nin üst orta sınıf ailelerinin oturduğu semtin halk arasındaki adı. Beni biraz da İzmir Alsancak’ta geçen çocukluk yıllarıma götürdü. Sokaklar, arabalar yaşam tarzları o kadar benzeşiyor ki..
Cuaron bizi baba Antonio’nun doktor olduğu, 4 çocuklu (3 erkek, 1 kız) bir aile ile tanıştırıyor. Anne Sofia, anneanne Teresa ve hizmetçi Cleo’nun yaşadığı iki katlı bir eve sokuyor. Gerçekten de seyirci olarak eve giriyoruz. Artık gelecek yıllarda sinemaya hakim olacak virtual reality (VR) yani sanal gerçeklik çekimlerinin yarattığı bir atmosfer içine alıyor. Her şey üç boyutlu gözüküyor. Geniş açılı (pan), göğüs hizasından soldan sağa,

Yazının Devamı

İki kalbin savaşı

15 Aralık 2018

‘İda’yla 2014 Yabancı Film Oscar’ını kazanan Pawel Pawlowski, seyirciyi bir kez daha siyah beyaz dünyasına davet ediyor. ‘Soğuk Savaş’ politik anlamda bir dönemi yansıtırken, ön planda tutkulu bir aşk ilişkisine odaklanıyor. Tam tabirle, ‘ne seninle, ne sensiz’ şeklinde, yıllara yayılan Wiktor ile Zula arasındaki aşkı anlatıyor. Birlikte mutlulukları asla uzun süreli olmayan/olmayacak iki sevgiliyi tanıtıyor. Yaşam dürtüleri farklı mecrada akan iki ruhun birlikteliği, tutku paydasında birleşir; ateş olur, kor olur.

1949 yılının Polonya’sında başlıyor öykü. Biten savaşın ardından Stalin komünizminin tüm gücü ve propagandasıyla hüküm sürdüğü yıllar. İki müzikolog Wiktor ve Irina, köylerde dolaşarak halk müziğini ve danslarını icra edecek kabiliyetli gençleri arar. Öğrenci seçmelerinde Zula, canlılığı ve ses performansıyla yönetici kadrosunun dikkatini çeker. Wiktor, önce öğrenci olarak ilgilendiği Zula’ya zaman içinde âşık olur. Kurulan Mazurka topluluğunun başarısı ise yönetici baskısıyla, parti propaganda aracı olarak Stalin bayrağı altında gösterilere dönüşür. Berlin’e yapılan bir konser sonrası Wiktor yıkıntılar arasından kaçarak Batı’ya sığınır. Zula ise önceden

Yazının Devamı