Fatih Akın’ın son filmi “Altın Eldiven-Der Goldene Handschuh” şubat ayında Berlin Film Festivali’nin yarışma bölümünde görücüye çıktı. İlk gösterimde çoğunlukla kadın seyircilerin perdedeki şiddetten rahatsız olup salonu terk etmelerinden sonra çok sert yorumlar medyada “Berlinale’de Skandal Film” başlıklarına yol açtı.
70’li yıllarda Hamburg ‘Karındeşen Jack’ı olarak tanımlanan seri katil Fritz Honka’nın hikayesini anlatan Akın, kurduğu rahatsız edici, “aşırı gerçekçi” atmosferiyle seyirciyi sıkıntıya düşürmeyi başarıyor. Deforme yüzü, sarsak yürüyüşüyle tam bir kaybeden karakter olan Honka, kadın kurbanlarını sürekli takıldığı “Altın Eldiven” adlı barda bulur. Karşıdan zavallı, acınası duran alkol bağımlısı katil, belirli bir saatten sonra bara gelen, düşkün yaşlı fahişeleri evine götürüp önce tecavüz eder, sonra öldürür. Testere ile parçalara ayırdığı cesedi bir yerlere atar.
Film boyu seyirciye rahat nefes aldıracak hiçbir an olmuyor. Hamburg’un kirli mahallesi St.Pauli’deki bar, birbirinden daha arıza, savaş sonrasının travmatize, alkole gömülmüş tipleriyle dolu. Çiğ şiddet, her kadının potansiyel kurban olması, seyirciyi gerdikçe geriyor. Akın, uzun süredir korku filmi
70’li yılların banka soygun filmlerini çok severim. İçlerinde unutulmaz klasikler vardır. Köpeklerin Günü (1975), İtalyan Usulü Soygun (1969), The Silent Partner (1978), The Gateway (1972)... Bunların arasında, Kibar Soyguncu-The Thomas Crown Affair’in (1968) yeri bir başkadır. Steve McQueen ve Faye Dunaway gibi iki efsanenin karşılıklı döktürmesinin yanında, tek el silah atılmadan yapılan zeki bir soygun, bunun ekranı bölen çok parçalı anlatımı ve efsane şarkısı ‘The Windmills of Mind’ beni çok etkilemiştir. ‘İhtiyar Adam ve Silah’ bu dönemin soygun filmlerini hatırlatan dokusu ve senaryosunun yanında, Robert Redford ve Sissy Spacek gibi iki efsane oyuncunun varlığıyla da özel bir film olmuş. 83 yaşında olmasına karşın oyunculuğundan ve karizmasından hiçbir şey eksilmeyen Robert Redford, tüm filmi sürükleyip götürüyor.
Gerçek bir karakterden yola çıkan film, bize Forrest Tucker’ın öyküsünü anlatıyor. 80’lerin başında, Teksas çevresinde küçük banka şubelerini soyan, 70’li yaşlarda kibar bir adam gündeme oturur. Gülümseyen çehresiyle ceketinin cebindeki tabancayı göstererek, doldurulmasını istediği evrak çantasını, kibarca veznedara uzatır. Bankadan para çekmiş bir adam edasında
Fellini’nin ironi penceresinden İtalyan tarzı yaşamlara en iyi bakan yönetmen, tartışmasız Paolo Sorrentino oldu. Son filmi ‘Lorro’ kolay kolay unutulmayacak bir politikacı portresi çiziyor. Hayatın en tatlısı olmasa bile, oldukça aşırısını getiriyor karşımıza. ‘La Dolce Vita-Tatlı Hayat’ın güncellenmiş hali gibi. Buna, çok iyi tanıdığımız bir politik figürün nezdinde tanık oluyoruz. Her ne kadar açılışta karakterinin güncel olaylardan esinlenilmiş bir karakter olduğunu, benzerliklerin tesadüfi olabileceğini yazsa da, bu politikacının Silvio Berlusconi olduğu su götürmez bir gerçek.
3 kez İtalya Başbakanı olmuş, nevi şahsına münhasır bu karakter, birçok özelliğiyle de bugün ülkeleri yöneten politik kimliklere klişe bir örnek teşkil ediyor. Zenginliğiyle kitlelerde hayranlık uyandıran, nüfuz sahibi, işlerini kitabına uydurmakta olağanüstü marifetli, konuşmalarıyla ikna kabiliyeti yüksek, mükemmel satıcılardan. Berlusconi de, emlak satıcılığı yapmış, medya imparatorluğuyla yandaş medya yaratmış, zenginliği dillere destan bir adam. Her şeyini kendi çalışmasıyla kazandığı konusunda övünen, eğlenceyi çok seven bir adam. Dillere destan partilerinde derin dekolteli, topuklu ayakkabılı
Baba olmak zor bir iş. Hele oğlan babası olmak daha da zor. Arkadaş olarak davranan baba mı? Yoksa mesafeli, otoriter olan mı? Hangi baba figürü daha yapıcıdır, bir rol modelidir? Bilemezsin. Çoğunlukla yaşanan yıllardan sonra, geriye dönüp bakıldığında eğri, doğru bir sonuç ortaya çıkar. Sonuçta; babanın kültürel kodlarının, kişilik yapısının izin verdiği bir karakter yapısı ortaya çıkar. Her şekilde de, sevmek değişmeyen kural. Tüm bu düşünceleri uyandıran bir film ‘Sevgili Oğlum’...
Düşünmeye zorladığı kadar duygulandıran da, bir baba-oğul hikâyesi anlatıyor. Uyuşturucu belasına düşmüş Nic ile ona her daim destek olmaya çalışan baba David arasındaki ilişki, yaşanmış bir olaydan yola çıkmış. Baba David Sheff’in yazdığı ‘Güzel Oğul; Oğlunun Uyuşturucu Alışkanlığı Sırasında Bir Babanın Yolculuğu’ ve oğul Nic Sheff imzalı ‘Tweak; Metamfetamin’lerle Büyümek’ adlı otobiyografik romanlardan uyarlanmış. Babada Steve Carrell ve oğulda Timothée Chalamet’nin karakterlerine kazandırdıkları sahicilik, aralarındaki kimya, duygusal etkileşimi artırıyor.
Öyküye gelince... Parçalanmış bir ailenin oğlu olan Nic’in velayeti, Los Angeles’ta yaşayan annesinin üzerinedir. Gazete ve dergilerde bağımsız
İki Oscar sahibi Ashgar Fahradi kodlarını çözmek için aile içine bakmak yeterli oluyor. Aile örtüsü altında biriken onca sır, ufak bir darbeyle ortalığa saçılır. İran’ın geleneksel aile yapısının altında yeşeren iletişimsizlik, ihtiras, çıkarcılık ve yalan, onun filmlerinin en büyük ilham kaynağı. Esasında bunlar İran toplumunun özelinde değil, tüm toplumlar için geçerli yüzleşmeler. ‘Herkes Biliyor’da öyküsünü bu kez İspanya’nın küçük bir köyüne taşıyor. Burada, bildik insani zayıflıkların teker teker ortaya çıkmasına yardımcı oluyor. Entrikaların içindeki olay örgüsünü, kişisel açılımlara, gerçekle yüzleşmeye, bu kez polisiye sularda gezinen bir hikâye üzerinden varıyor.
İrene adlı 16 yaşında, kaçırılan kızın öyküsünün altında, kötülüğün yine en yakından geleceğinin sinyallerini, Fahradi’nin sinemasını tanıyan herkes alabilir. Önemli filmleri ‘Geçmiş’ ve ‘Elly Hakkında’ki gibi aile bireylerinin kavuşmasıyla başlıyor öykü. Paola (Penelope Cruz), evli olduğu Arjantin’den kalkarak İspanya’da doğduğu köye, küçük kız kardeşinin evlilik töreni için gelir. Kızı İrene ve küçük oğluyla özlem giderici, mutlu bir aile karşılaması olur. Aile kurumunun aldatıcı, mutlu portresi, düğün
Bir Oscar gecesi daha geldi. Bu yılın en büyük tartışması, Oscar tarihinde ‘Roma’ filminin ilk kez ‘En İyi’ ve ‘Yabancı Dilde En iyi Film’ ödüllerini kazanan olup olmayacağı üzerine oldu. Görünen şu ki, ‘Roma’ bir ilki gerçekleştirecek ve tarihini yazacak. Tarihte 9 film her iki kategoride aday oldu ve hiçbiri iki ödülü birden kazanamadı. Geçen hafta BAFTA ödüllerinde en iyi film seçilen ‘Roma’ elini daha da güçlendirdi. ‘Roma’ olmazsa arkasından en güçlü aday olarak ‘Yeşil Rehber’ geliyor. Yabancı Dilde En iyi Film adayları, bu yıl gerçekten çok güçlü. Hepsi çok beğendiğim filmler oldu. ‘Kefernaum’, ‘Arakçılar’, ‘Asla Gözlerini Kaçırma’, ‘Soğuk Savaş’ arasından yine ‘Roma’nın kazanması beklenen sonuç. İkinci sırada ise en yakın aday olarak Polonya filmi ‘Soğuk Savaş’ var.
Yönetmen adayları arasında ‘Roma’nın yaratıcısı ‘Alfonso Cuaron’un ‘Gravity’den sonra ikinci kez heykelciği kucaklayacağı garanti.
Oyunculuk tahminlerimde Rami Malek (Bohemian Rhapsody), Glenn Close (Nobel Adayının Karısı), Mahershala Ali (Yeşil Rehber) ve Regina King (Sokağın Dili Olsa) sürpriz beklemiyorum. Mahershala Ali, son 3 yılda 2. kez, ‘Ay Işığı’ndan sonra En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü kazanıyor.
Vincent Van Gogh nasıl bir insan, nasıl bir ressamdı? Bu soruların yanıtlarını onun iç dünyasında, sanki beyninin içine nüfuz ederek arayan bir film ‘Sonsuzluğun Kapısında’... Dış dünyayla ilişkileri hiçbir zaman iyi olamamış bir insan Van Gogh... Kapatıldığı tımarhanede kendisiyle konuşmaya gelen papazla (Mads Mikkelsen) yaptığı sohbet, onun çevresinde nasıl görüldüğüne ilişkin ve tüm sanat yaşamı üzerine olan soruları yanıtlıyor. Papaz, kasaba halkının geriye dönmemesi için dilekçe verdiğini, hiç kimseyi taciz edip etmediğini, ara sıra öfkelenip öfkelenmediğini sorar. Vincent, kimseye zarar vermediğinden bahseder; öfkesini ise doğaya çıkarak bastırdığını, Tanrı’nın doğa, doğanın da gerçek güzellik olduğunu söyler. Papaz onu resim yaparken gördüğünü ve ressam olup olmadığını, Tanrı’nın ona yetenek verip vermediğini sorar. Vincent, Tanrı’nın kendisine tek yetenek verdiğini, onun da resim yapmak olduğunu söyler. Papaz eline, onun sonradan ünlü olan (tüm resimleri gibi) ‘Tarlada İki Tavşan’ resmini alır ve sorar tekrar: “Sen buna resim mi diyorsun?”
Vincent, “Evet, bir resim; ben de bir ressamım çünkü, çiziyorum, çizmeyi seviyorum, çizmeye mecburum” diye cevaplar.
En büyük oyunculuk
Pap
Dönem filmlerinin ağır, hantal bir dokusu vardır. Ağır kostümler ve makyajlar içindeki karakterler, saygın diyaloglarla kraliyetin dokunulmazlığını, dönemin siyasi yapısını türlü şekillerde yansıtır. Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos, bir ‘yap/boz’ ustası olarak bu kuralı tersine çeviriyor. Bir 18. yüzyıl kraliyet öyküsüne elinden gelen tüm grotesk, edepsiz dokunuşları yapıyor ve bunları canlı, akıcı ve benzersiz bir dönem filmi olarak sunuyor. Gutlu Kraliçe olarak tanınan Anne ve çevresinde ona yaranıp güç kazanmaya çalışan, Malborough Düşesi Sarah Churchill (Rachel Weisz) ile saraya hizmetkâr olarak kabul edilmiş Abigail (Emma Stone) arasındaki karmaşık ilişkiye odaklanıyor Lanthimos. Tarihi bir dönem anlatımından bilerek, isteyerek uzak duruyor. Fransa’yla olan savaş, kötü idare edilen bir ülkede vergilerin artırılması gibi siyasi konuları, dönemin gidişatını vurgulamak adına arka plana itiyor. Üç kadın arasındaki iktidar savaşını, hınzır bir mizah duygusuyla birleştiriyor, soylu sınıfın yozluğunu grotesk sahnelerle gösteriyor.
Başta gut olmak üzere çeşitli sağlık sorunları altında, huysuz, fevri, özgüven sorunu yaşayan, tahtın ağırlığını taşımaktan uzak bir kimliğe dönüşen