26 Nisan 1986, Ukray-na’da Pripyat kentinin 15 km yakınında Chernobyl Nükleer Santrali. Burada meydana gelen nükleer patlama, insanlık tarihinin yaşadığı en büyük radyasyon felaketi oldu. Hiroşima’ya atılmış olan atom bombasından iki kat daha fazla radyoaktif madde, yaklaşık 50 bin kilometrekareye yayıldı. Radyasyonla kirlenmiş sulardan, bitkilerden, rüzgâr ve yağmur ile yayılan zehirlenmenin kaç yüz bin kişiyi etkilediği net olarak bilinmiyor. Bilinen, Rus hükümetinin resmi kayıtlarında, ilk 9 günde yangın söndürme ve kurtarma çalışmalarında yaşamını kaybeden 31 kişi.
Sakın ola kaçırmayın
Nükleer çekirdekteki patlamanın ilk günlerinde Komünist Parti, iktidar gücünü yıpratmamak, Batı karşısında küçük düşmemek adına olayı basit bir olay olarak algılamak ister. Uluslararası paylaşımdan kaçınır, felaketi basite indirger. Politik yalan fırtınası, felaketin boyutunun anlaşılmasından sonra bile devam eder. Teknolojinin hatalı olduğu üzerine patlama öncesi, nükleer fizikçilerin yıllar boyu süren uyarıları; parti yöneticilerinin hoyrat ve cahilce tavırları karşısında boşa gitmiştir. KGB, bilgi kirliliği gerekçesiyle doğruyu söyleyen fizikçileri tutuklamayı, susturmayı tercih eder.
HBO ve
“Deli ve Dahi” vizyona gireli bir hayli oldu, yorumum biraz gecikti. Gecikmeli keşfettiğim bir cevher oldu. Tutkulu, bir o kadarda, sıra dışı iki insanın yaşamını anlatırken en büyük desteği birinci sınıf oyunculuklardan alıyor. Dünyanın en kapsamlı yayımlarından Oxford İngilizce Sözlüğü’nün ortaya çıkış sürecini anlatırken, yazarlarının saplantıya dönüşen yaşam mücadelelerine ruhumuza işleyen bir sinema diliyle tanıklık ediyoruz. Yer yer klişelere yaslanmasına rağmen. Sözlüğün diğer dillerdekilerden farkı sokak argolarından, labcoat jargonuna kadar her kelimeyi içermesi. Eğer bir kelime, İngilizce konuşulan bir yerde hayata geçmişse, sözlükte yerini almaktadır. Bu nedenle sürekli yenilenmesi gereken, yaşayan, nefes alan bir eserdir.
1857’de ilk şekillendirme çalışmaları başladığında halktan konuştukları kelimeler için açıklamalı mektuplar istenir. Gelen binlerce mektup arasında bir tanesinden, hazırlanmış 10 bin kelime çıkar. Ve mektup bir akıl hastanesinden gönderilmiştir.
Öykünün iki ana karaterinden Dr. Murray (Mel gibson) tam bir dil tutkunudur. Latince, Eski Yunan, Almanca, Rusça, İbranice yanında bir çok dilin kökenini bilmektedir. Her kelimenin etimoyolojisinin peşinde
Danimarka’da yaşayan İran kökenli yönetmen Ali Abbasi “Sınır-Border” ile 2018’in sürpriz filmlerinden birine imza attı. Korku, gerilim ve fantastik türlerin sınırında gezinen, “Bizden olmayanlara” metaforik anlamda göz kırpan bir film. Açılışta hemen, aslan yüzünü andıran çehresiyle Tina (Eva Melander) ile tanışıyoruz. İsveç sınırında gümrük memuru olarak çalışan genç kadın, çok özel bir görevdedir. Koku alma yeteneğiyle kaçakçıları, suçluları hissedebilmektedir. Havaya doğru hareketlenen burun kanatları ve kıpırdayan üst dudağı, hayvani bir içgüdüyle, insanlardaki korku, suçluluk, utanma, öfke gibi duyguları algılayabilmektedir. Görevi esnasında yolcu olarak gelen Vore (Eero Milonoff) ilgisini çeker. Yüz yapısı kendisine çok benzeyen Vore’den önce şüphelenir. Kontrolde Vore çantasından çıkan kuluçka makinesini parazit üretmek için kullandığını söyler. Tina, kendisine benzeyen bu adamdan etkilenir. Bu bir hata mıdır? Vore, ona farklı bir dünyanın kapılarını aralar.
Abbasi birçok türün sınırında dolaşıyor. Masalsı bir anlatım yavaş yavaş bir gerilime, oradan trajik bir romantizme, finalde korkuya dönüşebiliyor. Tina’nın olağanüstü koku alma yeteneğiyle keşfettiği suçun çocuk
John Wick filmleri, son yılların altın yumurtlayan tavuğu. İlk film 20 milyon dolar yatırıma 88 milyon kazandırdı. İkincisi 40 milyon yatırıma 144 milyon dolar getirdi; üçüncüsünün getirisinin daha yüksek olacağı kesin gibi... Daha şimdiden tüm dünyada aynı günde göste-rime giren filmler listesine girdi. ‘Matrix’ serisinin aksiyon yönetmeni Chad Stahelski’nin, Keanu Reeves’le şekillendirdiği bir proje. İlk filmi, ‘Hızlı ve Öfkeli’nin yönetmeni David Leitch’le ortaklaşa yönettikten sonra direksiyona son iki filmde tek başına geçti. İkincisinde aksiyon dozunu artıran Stahelski, senarist Derek Kolsted’le öyküyü de boşlamamaya çalışıyor. İkili, aksiyonu mantık sınırlarının çok ötesinde kullanıyor. Atmosfer yaratmada farklı trükler kullanıyorlar. Mesela tarihi, gotik esintili mekânlarda, Vivaldi’nin 4 Mevsim müziği eşliğinde kan gövdeyi götürüyor. Cam vitrinli, aynalı odalar da sevdikleri aksiyon mekânları arasında. Reeves’in hiç çıkarmadığı kravatı ve siyah takım elbisesi gibi klasik polisiye filmlere göndermelerle, neoklasik bir harman yaratmışler. Aksiyon sahnelerindeki dövüş koreografisi çok zengin, Bruce Lee filmlerinden Matrix’e kadar uzanıyor.
Yeni bir karakter
Öykü, ikincinin
Fransız sinemasının auteur yönetmeni Olivier Assayas, kitap ve gazete sayfalarını, bilgisayar ekranıyla değiştirmek zorunda kalan yetişkinler dünyasına bir bakış atıyor. “Algoritmaların, istatistik değerlerin tayin ettiği bir iletişim dünyamız var artık” diyor. Ve bu durumla çelişen bir jenerasyondan portreler sunuyor. Orta yaş kuşağına denk gelen yıllardalar. Kaç kez okunmuş, kaç kez tıklanmış, kaç kez beğenilmiş, kaç kez paylaşılmış vs. kaosu içindeler. Kafaları biraz karışık. Hem iş hayatında, hem de özellerinde...
Assayas’nın karakterlerini seçtiği dünyaya bir göz atalım. Başarılı yayımcı Alain (Guillaume Canet), dizi oyuncusu olan karısı Selana (Juliette Binoche), yıllardır romanlarını yayımladığı yazar Léonard (Vincent Macaigne) ve onun karısı Valérie (Nora Hamzawi)... Alain, kazancı artırmak için dijital yayına ağırlık vermek zorunda olsa da kitaptan vazgeçme niyetinde değildir. Selana, dört sezondur oynadığı polisiye TV dizisinden sıkılmış olsa da, dizinin ratingleri iyidir. Léonard, yaratıcılık sorunlarıyla boğuşan bir yazardır; karısı Valérie, sosyalist bir adayın seçim çalışmalarını yapmaktadır.
Assayas karşılıklı diyalogların hiç susmadığı bir filme imza atmış.
Bir Netflix rüzgârıdır esip duruyor. Elit oyuncularla çekilen filmler, her hafta gelen yeni bir dizi herkesi etkiliyor. Her gün Netflix’te başlayan yeni dizi hakkında görüşüm soruluyor. İtiraf etmeliyim ki, dizi takipçisi değilim. Yine de ilgimi çekenler oluyor. Dünya genelinde bakıldığında, Netflix filmlerini izleyen sayısı ilk dört haftada 40 ile 80 milyon arasında değişiyor. Bu rakam, dizilerde daha da artabiliyor. 2 yıl önce Cannes’da yarışma programına alınan Netflix filmleri ‘Okja’ ve ‘The Meyerowitz Stories’ ortalığı karıştırmış, tepkiler sonrası son anda programdan çıkarılmıştı. Cannes kurallarına göre, sinemada gösterilen bir filmin sanal ortamda en erken 36 ay sonra yayımlanması gerekiyor. Netflix hem sanal ortam hem de sinema gösterimini aynı günde başlattığı için Cannes için ayrı bir çözüm üretmek zorunda. Bu yıl Netflix yönetimi ile Cannes yöneticisi Thierry Fremaux arasında yapılan toplantıdan bir anlaşma çıkmadı. Netflix filmleri bu yıl da Cannes’da olmayacak. İzlediklerime bir göz atalım...
Filmler
The Highwaymen: 30’lu yılların efsane gangsterleri Bonnie ve Clyde’ı takip eden iki Teksas Ranger’ının hikâyesi, yıllardır proje olarak masa üstünde duruyordu. Robert
1948 doğumlu Claire Denis’in, Fransız sinemasının nevi şahsına münhasır yönetmenleri arasında saygıdeğer bir yeri vardır. Post Yeni Dalga kuşağının yönetmeni olarak tanımlanan Claire, ilk kez İngilizce konuşulan ve bilimkurgu türünde bir film yapmış. Tür farklı olabilir fakat anlatım, onun sinema dilinin özelliklerini yansıtıyor. Wim Wenders’in asistanı olarak başladığı kariyerinde, minimalist anlatı dilini kullandı. Karakterlerini aksiyon içinde göstermekten çok, gündelik işleri içinde göstermeyi tercih etti. Sömürgecilik, şiddet, cinsellik, çocuk/ebeveyn ilişkisi onun başat konuları oldu.
İnsanlığın geleceği üzerine karamsar bir deneme ‘High Life’... Suçluların hapishaneye dönüştürülmüş uzay gemileri içinde büyük karanlığa gönderilerek, radikal deneylerde kullanılmalarını anlatıyor. Sözde 4 yıl denilerek gönderilen suçluların, geriye dönüş şansları yoktur. Bu görevde bir kara deliğin içinden geçecek olan tutuklular, gemide uzay yaşam koşullarını araştıran bir nevi kobay durumundadır. Başlarındaki doktor Dibs (Juliette Binoche), biyolojik yaşamın sürdürülmesi için üreme üzerine deneyler yapmaktadır. Erkek tutuklulardan aldığı spermleri kadın tutuklulara aşılayarak, uzayda insan
Survival filmlerinde anlatım dili çok önemlidir. Gerçeklik duygusu için öncelikle oyuncu ve doğa bütünlüğünü yaratabilmek, çok emek ister. Yönetmen ustalığına, oyuncu özverisi eklenince ancak ortaya iyi bir şeyler çıkabilir. “Arctic” bu açılardan hayatta kalma filmlerine iyi bir örnek. İkinci uzun metrajında Brezilya kökenli yönetmen Joe Penna buzulun sert duygusunu seyirciye hissettiriyor. Buzullarda düşmüş bir uçak enkazı içinde, hayatta kalmaya çalışan bir adamın mücadelesinde Mads Mikkelsen, oyunculuk emeğinin ne olabileceğini, sonuna kadar gösteriyor. Zor şartlarda insanın yükselen direncini belgeselci detaylarında işlemiş Penna. Son sahneye kadar gerilim sürüyor.
Film neden düştüğünü, nereden gelip nereye gittiğini bilemediğimiz Overgard’ın (Mads Mikkelsen) buzullarda saplanmış uçak görüntüleriyle açılıyor. Yemek için balık avlamak zorundadır, karların altından çıkardığı kaya parçaları ile beyazın üstüne SOS yazmak, manyetolu bir sinyal cihazıyla iletişim kurma çabaları sonuçsuz kalmaktadır. Sonunda gelen kurtarıcı bir helikopter, fırtınaya dayanamaz ve inemeden düşer. Helikopter pilotu ölür, yardımcı kadın pilot ise ağır yaralı olarak kurtulur. Overgard elindeki kısıtlı