Bir Zamanlar Hollywood’da-Once Upon Time in Hollywood
Yönetmen: Quentin Tarantino
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Brad Pitt, Margot Robbie, Al Pacino
Hollywood hiçbir zaman temiz olmadı. Para, rekabet ve görkemli yaşamlar skandal dolu bir tarih yazdı. Quentin Tarantino (QT), 10. filmi ‘Bir Zamanlar Hollywood’da’ için “Hatırladıklarım” diyor. Hatırladığı olaylar üzerine alternatif bir tarih kurgulamaktan da geri kalmıyor. ‘Soysuzlar Çetesi’ni hatırlayalım; 2. Dünya Savaşı’na da kafasına göre bir tarih yazmıştı. Tarantino, 1969’da psikopat Charles Manson çetesi tarafından öldürülen oyuncu Sharon Tate cinayeti üzerine bir film yapmak fikriyle yola çıkmış. Bu kadar olayın Tarantino’ya yetmesi mümkün olmadığından, 69’a ait birçok mevzuyu da eklemiş, sonuç olarak kendi deyişiyle ‘Los Angeles’a yazılmış bir aşk mektubu’ ortaya çıkmış. Hikâyesi, üç ana karakter üzerine kurulu; Margot Robbie’de vücut bulan Sharon Tate, popülaritesini kaybetme korkusuyla
Sinemada isyan farklı şekillerde okunabilir. Asinin sebepsiz bir isyanı olabilir, asla toplu bir başkaldırı değildir.
Onlar mitik bir kahraman olarak, bir tutunamayan olarak tek başlarına isyan eder. Toplu, düzenli bir isyan olarak ortaya çıkanlarsa tarihin yazdığı şekilde perdeye kurmaca olarak yansır. İsyan konulu filmlerde ilk akla gelenlere bir göz atalım...
1. Potiemkin Zırhlısı (1925)-Sergey Eisenstein
Sinema tarihinde kurgu tekniğinin ilk uygulandığı film olarak bize bir avuç denizcinin, çarlık subaylarına karşı yaptıkları başkaldırıyı anlatır.
2. Cezayir Savaşı/La Battaglia Di Algeri (1966)-Gillo Pontecorvo
1966 Venedik Altın Aslan Ödülü’nü kazanan filmde, 1957 yılında hava indirme tümeninden General Massu’ya terörizme son vermek için Cezayir’e gitmesi ve sonrası anlatılır. Gerilla ve kontrgerilla taktiklerini, direnmenin nasıl sokaktan başladığını gösteren bir başyapıttır. Uzun yıllar Fransa’da yasaklı filmler listesinde yer aldı.
3. Viva Zapata (1952)-Elia Kazan
Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi, 6 yıllık aradan sonra Blu TV’yle ekranlara döndü. 3 sezonda 96 bölüm olarak seyirci karşısına çıkan dizinin genel yönetmenliğini Serdar Akar yapmıştı. Yeni sezonda Akar ve oyuncu kadrosu, değişmeden yoluna devam ediyor. Televizyon tarihimizde hiçbir dizi güncel siyasetle Behzat Ç. kadar dirsek temasında bulunmadı. Dizinin kaynağı Emrah Serbes’in iki romanı ‘Her Temas İz Bırakır’ ve ‘Son Hafriyat’... İlk bölümünden itibaren tüm senaryoyu Ercan Mehmet Erdem yazıyor. Dizi fikri ortaya çıktığında Serbes, romanları senaryolaştırmayı kabul etmiyor ve sadece Erdem’in yazması kaydıyla izin verebileceğini söylüyor. Erdem tamamen bağımsız olarak senaryolaştırıyor. Sadece iki sezonda on bölümde bir özel bölüm adı altında birlikte yazıyorlar. Dizi neden bu kadar sevildi veya aynı zamanda tepki çekti, kısaca gözden geçirelim...
Humprey Bogart’ın pardösü yakalarını kaldırıp sigaralarını zincirleme içtiği 40’lı yıllardan beri ‘film noir’
Netflix kanalında izlediğim iki mükemmel müzik belgeseli üzerine yazmamak kayıp olacaktı. Büyük perdede olanları ballandıra ballandıra anlatabiliyoruz. Küçük ekrana da haksızlık etmemek gerekir...
Bob Dylan: Gürleyen Yıldırım Revüsü
Martin Scorsese, müzik belgesellerini çok sever. Helen Bob Dylan, onun özel ilgi alanına girer. Onun üzerine Eve Dönüş Yok (2005) ile ilkini yapmıştı. Şimdi ise Bob Dylan’ın çok özel bir dönemini yansıtan ‘Gürleyen Yıldırım Revüsü’nü (Rolling Thunder Revue) ekledi. Dylan’ın Joan Baez’le duygusal birliktelik yaşadığı bir dönemi anlatıyor. Seyircisiyle bir bütün olmayı amaçladığı, ortak bir ruhu yakalamayı, ‘kendini yaratmak dönemi’ olarak da adlandırdığı bir zamanı belgeliyor. Yıl 1975, ABD’nin kuruluşunun 200. yılı, buruk ve tartışmalı kutlanmaktadır. Vietnam Savaşı’nın derin yaralarını iyileştirememiş, arkasından gelen Watergate Skandalı’nın sarsıntılarıyla iyice dumura uğramış bir Amerikan gençliği vardır. Jimmy Carter’ın nispeten demokrat yaklaşımlarına rağmen, Dylan tutucu politik çevrelerde sevilmeyen bir isyankâr, yerine göre bir ucubedir. O da kendi kurallarına göre bir kuruluş kutlaması düşünür. Yanına Joan Baez, Robert McGuinn, violenist Scarlet
Çin’in geleneksel yapısını kıran, insan karakterini değiştiren kapitalizm, yönetmen Jia Zhengke’nin filmlerinde eleştirel yaklaştığı ana konu. Daha önce ‘Günahın Dokunuşu’ (2013) ve ‘Bilinmeyen Zevkler’ (2001) hep bu anlamda çevirdiği festival filmleri oldu. 2018 Cannes Festivali’nde yarışan ‘Kül, En Hakiki Beyazdır’, Çin’de sosyalizm sonrası yeni gerçekçilik adı verilen 6. Nesil Sinema’nın son örneklerinden denebilir. Çin halkının yaşantısını ve alt sınıfların yeni yaşam standartlarıyla uyumsuzluğunu metaforik göndermelerle anlatır. Filmlerine, uzun ve sakin planlar hâkimdir.
‘Kül, En Saf Beyazdır’ın merkezinde Zhangke’nin hemen hemen tüm filmlerinde birlikte çalıştığı Zhao Tao’nun canlandırdığı Qiao karakteri var. Çin yeraltı dünyasında kendine yer edinmeye çalışan bir çete liderinin sevgilisi olan Qiao, erilliğin kol gezdiği bu dünyada kendi sözünü dinletebilmeyi büyük ölçüde başarmış, güçlü bir kadın olarak resmediliyor. Sevgilisi Bin’i karıştığı bir kavga esnasında ölümden kurtarması da film, hikâye akışının dönüşümünü işaret ederek, anlatının Qiao’nun güçlü kadın imajı üzerinden şekilleneceğini açık ediyor. 2001 yılında yaşanan bu olay sonrası hapishaneye giren Qiao, beş yıl
Çocukluğumda, sinema salonlarına ilk adımlarımı attığım yıllarda en sevdiğim komedi kahramanları Laurel ve Hardy olmuştu. Sinemanın siyah beyaz ve sessiz yıllarından gelen, slap stick olarak tanımlanan düşmeli kalkmalı, sakarlık dolu komedilerin en önemli isimleriydiler. Tabi ki Şarlo’dan sonra. 200’den fazla filmde rol aldılar, birçok komedyene ilham kaynağı oldular.
‘Stan ve Ollie’de İskoç kökenli yönetmen John S.Baird anlatımına 1937 yılından, ikilinin şöhretlerinin zirvesini yaşadıkları dönemden başlayarak, 16 yıl sonrasına atlıyor. Ellili yılların başlarında, artık yıldızlarının sönmeye yüz tuttuğu yıllardır. Küçük salonlarda yaptıkları komedi gösterileriyle tekrar canlanmaya çalışırlar. Uyanık organizatör Delfont’un idaresinde İngiltere’de çıktıkları turne filmin ana öyküsü. Başta küçük salonları doldurmakta zorlanırlar. Menajer dayatmasıyla promosyon çalışmalarına girişirler. Yavaş yavaş artan ilgi sonrası, Londra’nın büyük salonlarında kapalı gişe oynamaya başlarlar. Sahnede komedi yaparken yaşamlarında üzüntü, belirsizlik ve sağlık sorunları eksik olmaz.
Oyunculuklar filmde tek kelimeyle harika. Ağır bir maske altında Şişko’yu yani Hardy’yi canlandıran John C. Reilly ve
Elton John yetmişlerde başladığı kariyerinde o kadar çok şarkıya imza attı ki, yaşamımızın bir yerinde kendilerini hatırlatır. Yaşamını anlatan müzikal biyografi “The Rocketman”, tam bir Rock Opera havasında akıyor. Yaşanan anları anlamlandıran bir şarkısı, abartılı kostümleri içinde rock dünyasının ışıltılı dünyasını canlı tutuyor. Bunların ardında sevgi arayışı içinde, acı çeken yalnız şarkıcı portresine tanık oluyoruz. ‘Bohemian Rhapsody’de, Brian Singer’ın ayrılmasıyla final bölümlerini yönetmiş olan Dexter Fletcher, bu kez baştan sona kendisine ait ‘The Rocketman’de görkemli anlar yakalamış. LA ünlü Troubadour kulübünde Crocodile Rock ile açılan ilk büyük konseri, ‘Your Song’ın kaydının yapıldığı stüdyo çekimleri, piyano üzerinde havalandığı sahneler unutulmaz olmuş.
Açılışta Londra yakınlarında, Pinner kasabasında sorunlu bir ailenin oğlu olarak doğmuş Reginald Kenneth Dwight ile tanışıyoruz. Oğluna bir kere bile sarılmamış asker bir baba, sevgiyi dışarda arayan anne Sheila ve kendisine sahip çıkan bir anneanne ile büyüyen mahcup ve piyanoya yetenekli bir çocuk. Anneanne ilgisiyle Royal Academy’de piyano eğitimi alan Reginald, mahalle barlarında yeteneğini sergilemeye başlar.
2015 tarihli “Neden Tarkovski Olamıyorum” adlı Murat Düzgünoğlu’nun yönettiği, başrolde Tansu Biçer’in oynadığı yerli yapım, günümüzde Tarkovski gibi film yapmanın zorluklarını anlatan ödüllü bir film oldu.
Kafasındaki hayalleri perdeye yansıtmak, kişisel sinema dilini yaratmak isteyen genç bir yönetmenin sıkıntılarını anlatıyordu. Gerçekten böyle kişisel film yapmak çabası, her dönem akıntıya karşı kürek çekmek kadar zor bir iş oldu. Yaşamında bin bir zorlukla mücadele ederek film çekmiş, Andrey Tarkovski’nin 3 başyapıtı; Solaris (1972), Stalker (1978) ve Ayna (1975) Başka Sinema çerçevesinde tekrar gösterime giriyor. Bu başyapıtları büyük perdede izlemek ayrı bir haz verecek.
Her filmi, Sovyet Komünist Parti ideallerine ters düştüğü savıyla engellenmek istendi, yasaklandı. 1969 Cannes Film Festivali’nde ödül alan ikinci filmi “Andrey Rublev” politik baskılar sonucu festivalin son günü sabaha karşı gösterilir ve yine de ödül kazanır. Ödül sonrası filmin gösterimine Rusya’da izin verilir. Bizde de Metin Erksan ve “Yılanların Öcü” aynı kaderi paylaşmıştı, hatırlayalım.
“Ayna” yönetmenin fazlasıyla otobiyografik bir filmidir, kırklı yaşlarda bir adamın çocukluğu, annesi ve savaş