Gün doğarken giderdik ya okula... Bir zeytini dörde bölerdik, fırından aldığımız taze ekmekle, okulun bahçesinde... Paylaşırdık ya ekmeği de zeytini de arkadaşlarla... Sorardın ya "Neden çocuklar açlıktan ölür? diye... Asla yetinmeyenler yüzünden sevgilim. Hep daha çoğunu isterler. Oysa bir azalsa hırsları, bir anlasalar bir ekmeği paylaşmanın tadını... "Bu dünya herkese yetmeli!" demiştin ya... Mutluluğun paylaşmak olduğunu bir anlasalar... Bu dünya herkese yetecek.
Aklımda Ukrayna... Kar yağıyor, bebeler, çocuklar, kadınlar, gençler ve yaşlılar... Yani insanlar... Ölüyorlar, göç ediyorlar, evleri yıkılıyor. Zaman duruyor, çok üzgünüm. Nasıl yazabilirim ki bu duygularla? Bir şiir anlatır belki de işin özünü...
DÜŞÜNÜYORUM İŞTE
Düşünüyorum işte
Öyle saf öyle iyimser
Öyle engelsiz ve özgürce
Ve de çocuksu
Bir martı olsam diyorum
Uçsam uzak diyarlara
Bugün Dünya Kadınlar Günü... Sorunun adı o zihniyet sevgilim, "Kim bunlar?" diye sorardın ya; aslında onları herkes bilir, aşık olmazlar, sevmezler, bir bebeğin saçını okşamazlar, şiir okumazlar, müzik dinlemezler, dans edenlerden bile nefret ederler, gözleri dolmaz, nezaket yoktur, kabalık ruhlarına işlemiştir. Ne mi yaparlar? Sınırlı sayıda kelimeler onlar için yeterli! Yer içer ve küfrederler. Az bilirler ama çok bildiklerini zannederler. Kadının çalışmasını da kendi başarı öyküsünü yazmasını da istemezler. O zihniyet değişmezse tek başına yasalar yeterli olmuyor, o halde ne yapmalı sevgilim? "Kadın erkek el ele vermeli!" demiştin ya... Ben halen oradayım.
Dünya Kadınlar Günü Kutlu olsun.
(Hiçbir başarı rastlantı değildir.)
Değerli okurlarım, başarıları alkışlamaya devam ediyoruz. Bu köşede başarı öykülerini paylaştığım değerli insanların ortak özellikleri başarılarının yanında aynı zamanda mütevazi ve samimi olmalarıdır.
Bugün sizinle değerli dost ve ağabeyim Sayın İnal Aydınoğlu'nun başarı öyküsünü paylaşacağım.
İnal Bey öncelikle kendinizi tanıtır mısınız?
1941 Gaziantep doğumluyum. Maddi zorunluluk nedeniyle ilkokul dâhil tüm eğitimimi çalışarak yaptım. İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde ikinci sınıfa geçtiğim yıl gelen bir öneri üzerine ticarete başladım. Elli bir yıl ticaret yaptım. İki yıllık askerliğim esnasında işim iyi yönetilemediği için iflas ettim. Borçlarımı ödeyip işimi tasfiye ettim ve emlak komisyonculuğuna başladım. Otuz sekiz yıl süre ile gayrimenkul yatırım organizasyonları yaptım.
1978 yılından beri aktif olarak gönüllülük yapıyorum. Doğduğum kent Gaziantep’e ve yaşadığım kent Kadıköy’e karşılıksız hizmet amacıyla çeşitli dernek ve vakıflarda görev aldım. Gönüllülüğün eğitimle gelişeceğine inandığım için, yirmi bir yıl süre ile sekizer aylık eğitim programları düzenleyip sevgi ve gönüllülük kursları verdim. On bini
Bir arkadaşım aradı. "İstanbul'dan gidiyoruz." dedi. "Neden?" diye sordum. "Tek istediğimiz sessizlik." Dün şehre indim uzun zaman sonra... İnsan ne çabuk alışıyormuş doğaya... Şaşkındım, arabalar, kornalar, kalabalıklar... Şehirler, sanki insandan başka bir canlının yaşamasına izin vermiyor. Belki şehir hayatı da gerekli... Önemli olan çelişkileri özümsemek... Farkı fark etmek... Ben uzun zaman önce terk ettim şehir hayatını... Kuş sesleri olmayan, ağaçlardan uzak, çiçek kokusundan mahrum bir yaşamın bana göre olmadığını anlamıştım. Bir anlık kararla hayatımı griden maviye dönüştürdüm. Çünkü deniz ve orman en büyük tutkumdu.
Hayallerinin peşinden git. Önemli olan ne istediğini bilmen.
M.S.50 yılında Hierapolis Frigya'da (Türkiye'nin Güneybatısında buluan Pamukkale...) köle olarak dünyaya geldi, alınıp satıldı, sürgüne gönderildi. Çok zor bir hayatı oldu. Onu köle olarak seçen Epahroditos bilerek bacağını kırıp sakat bıraktı. O bu durumu bile önemsemedi. Kölelik yıllarında Stoacı Filozof Gaius Musonius Rufus'tan dersler aldı. İmparator Neron'un ölümüne kadar köle olarak yaşadı. Serbest kaldıktan sonra Roma'da felsefe dersleri verdi. Tuna kıyısında bulunan bugünkü Niğbolu'da kendi felsefe okulunu kurdu. İmparator Hadrian'a danışmanlık yaptı. Çok güçlü bir konuşmacıydı, karşı tarafı etkileyebilecek bir hitabet gücüne sahipti. Gerçek adı hiçbir zaman öğrenilemedi. Sonradan Epiktetus adı verildi, (Bu ismin anlamı yunanca kazanılmış elde edilmiş demektir.) Stoacı Felsefe gereği basit bir hayatı tercih etti. Mütevazi bir hayatla yetindi.
Stoacı düşünür Epiktetus ömrünün son yıllarında bir kız çocuğunu evlat edindi ve onu kendi çocuğu gibi yetiştirdi. Evlat edinmeseydi çocuk ölüme terk edilecekti. Kalan ömrünü onunla geçirdi. M.S. !35 yılında yaşamını yitirdi.
Sözleri:
*Arzularını ve tutkularını kaldır, artık senin için hiçbir zalim kalmaz.
*Başımıza
Bazen geri çekilmeli insan, "Neler oluyor?" diye düşünmeli, zaman kayıp giderken ellerimizden. Bir yıldız kaydığında hep onu anımsarım. Fakülte yıllarımda tanıştım onunla... Öyle güzel gülerdi, öylesine hayat doluydu ki... Kıvır kıvır saçları, simsiyah gözleri vardı, bir insan nasıl hem hüzünlü hem de güler yüzlü olur! onda gördüm bunu... Onun kadar güzel dans edeni göremedim bir daha... Yüzerken sanki bir deniz kızı olurdu. Üzülürdü, kanadı kırık bir serçe gördüğünde ya soğuktan titreyen bir çocuk... Bu kadar mı yakışırdı hüzün bir insana! Her şiiri öyle güzel dinlerdi ki; sanki duyduğu tüm şiirler onun için yazılmış gibi... Bir bakardın bir çocuğun gözyaşlarını siliyor, bir bakardın martılarla dans ediyor. Daha yirmilerindeydi, hayalleri vardı yarınlara dair. Bir gün bir şey olur, zaman durur ya, her şey anlamını yitirir ve grileşir ya dünya, bomboş gelir hayat...
Ömrünün son dakikalarıydı. Gözyaşlarım içinde hastaneden ayrılırken boğulur gibiydim. Hep gelecek planlarımız vardır ya, işte geldi o gün, hem de şimdi... Bir demek çiçek alın sevdiğinize... Onun en sevdiği çiçek nergisti.
"Bu nasıl olur?" diye sorma sevgilim, onların her konuda bilgileri vardı ve her şeyi bildiklerinden o kadar eminlerdi ki... Aristo'yu, Platon'u, Sokrat'ı Heraklit'i, Marcus Aurelius'u, Zenon'u boşuna okumuşuz yıllarca... Tartışmayı bilgiyi arama sanatı olarak öğrenmiştik ya düşünürlerden... Dün akşam kanalları dolaştım şöyle birer birer, ateşli tartışmalar vardı ve her iki taraf da öylesine haklıydı ki... Konumunu söyle sana ne düşüneceğini söyleyeyim der gibiydi konuşmacılardan biri... O benim yerime de düşünüyordu sağ olsun. Yoruldum izlerken... Karşı tarafı anlamasına gerek yoktu, ne kadar yüksek sesle bağırırsa o kadar haklı çıkacağını biliyordu. Savunduğu fikirden daha önemli olan nasıl savunduğuydu. Ortam gergindi. Siyah ve beyaz vardı, hayatın tüm renkleri solmuştu. Aşka, sevgiye, felsefeye dair bir şeyler aradım ama bulamadım. Oysa hayatın yorgunluğuna karşı bizi koruyan aşk ve sevgi değil miydi?
Biz tartışmayı kendimizi geliştirme ve doğruyu arama yolu olarak görürdük ya, artık öyle değil sevgilim.