Bu hafta sonu yapılacak AK Parti Kongresi, iktidar partisinin ve Türkiye’nin tarihinde nasıl bir dönemece tekabül ediyor; sanıyorum bu sorunun cevabı siyasetin bundan sonraki yolculuğu kadar, ekonominin bundan sonraki yolculuğunu da bize anlatacak. Esasında, tam şimdi, isimler üzerinden yapılan beyhude tartışma yerine, bu tarihsel dönemece bakılsa, bundan sonrasıyla ilgili daha isabetli yorumlar yapılır diye düşünüyorum.
Erdoğan’ın liderliğindeki AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılı, Türkiye’nin en derin ekonomik krizlerinden biri olan 2001 krizinin etkilerinin sürdüğü yıldı. AK Parti, kriz sonrası Türkiye’ye dayatılan “çıkış” programını çok fazla değiştiremedi ama siyasi taraftaki kararlılık ve istikrar, cari ekonomi programından daha fazla, krizden çıkışı kolaylaştıran bir dinamikti.
İktisadi arka plan
2001 krizi sonrası, bir IMF reçetesi olarak yürürlüğe koyulan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP), öncelikle dalgalı kur rejimini benimsiyor ve IMF’ye verilen niyet mektuplarında, 2004’e değin faiz dışı bütçe dengesinde milli gelire oran olarak yüzde 6.5 fazla oluşturmayı amaçlıyordu. Ancak faiz harcamaları milli gelirin yüzde 20’sinden fazlasını götürüyordu. Böyle
İktisat bilimi, sosyal bilimler içinde, niceliksel ölçüme en elverişli bilim dallarından biri olarak görülür ancak iktisat alanında yoğun olarak kullanılan istatistik ve ekonometrik modellere rağmen iktisat da, öteki sosyal bilimler gibi, giderek artan oranda belirsizlik üretmeye başladı. Özellikle son yıllarda artan finansallaşma, kayıtlı üretimden kopuş, teknoloji rantının getirdiği belirsizlik alanları, dünyanın üretim merkezlerinin ve sermaye akışının hızlı değişimi bu belirsizliğin temel nedenleri... Tabii bütün bunlara istatistik yöntemlerinin ve modellerin gerçekleşmiş statik veriler üzerinden gelecek eğilimlerini hesap etmeleri gibi matematiksel çaresizlikleri de eklersek, ekonomide yoğun bir ölçme sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu söylemek gerek. Bundan dolayı, bizim önümüze gelen ekonomik veriler çoğunlukla oluşturulan, oluşturulmaya çalışılan algıların işine yarıyor ve sonuçta bu algıları destekliyor. İşsizlik ve enflasyon verileri gibi temel makro ekonomik veriler, kullandığınız veri seti ve yönteme göre, ancak olmuş bitmiş olanın rakamsal yaklaşık özetidir. Mesela cari açık rakamları, bize finanse edilmiş açığı verir, zaten parayı bulup çözmüşüz, şimdiye değin nasıl
ABD’nin şu sıralar istikrarsız bir dolar kuru tercih ettiğini görüyoruz. Fed’in yakın gelecekte faiz artırmayacağı -bunun şartlarının oluşmadığı- kanısı piyasalarda hakim olunca doların değer kaybetmeye başladığını görmüştük. Aslında bu durum, hem küresel ekonominin hem de ABD’nin genel dinamiklerine baktığımızda, orta vadede, olması gereken bir eğilim. Ancak geçen hafta başından itibaren yeniden spekülatif bir dolar atağıyla karşı karşıya kaldık. İlk önce Fed Federal Açık Piyasa Komitesi’nde (FOMC) oy hakkı bile olmayan Fed üyeleri faizler artmalı diye arka arkaya açıklama yaptılar; dün de Fed Federal Danışma Konseyi, 2016 yılında bir ya da iki faiz artırımına gidilmesi önerisinde bulundu. Konsey, “Verilerdeki iyileşme ile birlikte, bir ya da iki faiz artırımı basiretli bir adım olur” dedi. Zaten şu açıklamanın muğlaklığı bile çok şey anlatmaya yeter ama şunu ciddi olarak sormamız gerekiyor; ABD bu açıklamaları özellikle mi yapıyor; yani istikrarsız bir dolar kurunun gelişmiş ülkelerdeki belirsizliği yukarı çekmesi bütün bu açıklamaların arkasında yatan esas neden mi? Eğer bu sorunun cevabı evet ise karşımızda yalnız iktisadi bir sorun yok demektir, aynı zamanda, bu durum politik
Türkiye’nin yeni yol haritasını nasıl anlarız; yalnız Cumhurbaşkanı’nın konuşmaları, iktidar partisinin kongresi ve buradaki değişim bize yeni durumu anlatır mı? Şüphesiz bütün bunlar önemli ipuçları olabilir; mesela Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Uluslararası 8. İş Sağlığı ve Güvenliği Konferansı’nda yaptığı konuşma ve özellikle şu cümleler bu açıdan önemliydi: “İnsana makine, hammadde, sermaye gibi salt üretim aracı olarak bakamayız. Bizim anlayışımızda insan ‘homoekonomikus’ değildir. İş kazalarının azaltılması, can kayıplarının ve emek sömürüsünün önüne geçilmesi için öncelikle bu konuda kendimizi düzeltmeli, insanı merkeze alan bir anlayışı iş hayatına hâkim kılmalıyız.” Buraya geleceğiz ama devam edelim; AB’ye “Sen yoluna, biz yolumuza” dedikten sonra Türkiye için AB üyeliğinin stratejik hedef olduğunun söylenmesi de size bir şeyleri ve yeni dönemi anlatmalı. Örneğin, bu iki vurgu arasında çelişki olduğunu düşünüyorsanız yeni dönemin şifrelerini çözmekten uzaksınız demektir bu.
Eskinin nefreti
Ancak bütün bu konuşmalar, siyasi hamleler bir sonuç... Hiç şüphesiz ki içinde bulunduğumuz yüzyıla damgasını vuracak yeni bir paradigmanın kaçınılmaz sonuçları... Bu değişimin Türkiye’de
Brezilya’da Dilma Rousseff iktidarı, tam şu sıralar, bir kuşatma altında. Rousseff, kendisine yönelik kuşatmayı ve buna bağlı yargı darbesinin boyutunu anladığında, belki de iş işten çoktan geçmişti. Ancak hem Rousseff hem de Lula dönemleri Brezilya’da çok önemli kazanımlarla geçildi. Brezilya ekonomisi, bütün bu süreçte tıptı Türkiye’de olduğu gibi, güçlü bir orta sınıf oluşturdu ve bozuk gelir dağılımı önemli ölçüde düzeltildi. Tam anlamıyla olmasa bile, mali piyasalar nispi bir istikrara kavuştu. Brezilya, 1998 krizinden sonra sabit kur rejiminden çıkarak 1999 yılında, Türkiye’nin 2001 sonrası yaptığı gibi, dalgalı kur rejimine geçmişti.
Dışa açık, rekabetçi yeni bir sanayinin oluşmasında bu adımın büyük katkısı olmuş ve Lula iktidarları da ekonomiyi, politik iniş çıkışlarda sallanmayacak sağlam bir zemine oturtmuştur. Bugün Brezilya ekonomisi, düşen emtia fiyatlarına ve küresel daralmaya rağmen doksanlı yıllarda olduğu gibi kendi içsel krizini üretmiyor, daha da ötesi, Rousseff iktidarına karşı yapılan ve “içeriden” gelen her türlü komploya rağmen Brezilya ekonomisi, kazanımları koruyarak bu siyasi kaostan çok etkilenmiyor. Küresel zorluklar yanında “içeride” yaşananların
Geçen hafta “The Economist” dergisinde Suudi Arabistan’ın ne yapmak istediğini tartışan hayli ilginç bir yazı vardı; yazar, “Petrol fiyatlarını önemsemiyoruz, 30 dolar ya da 70 dolar, bizim için çok fark etmiyor” diyen genç Prens Muhammed bin Salman’a şaşırarak yazıya başlıyor ve öyle devam ediyordu. Veliaht Prens’in, düşen petrol fiyatlarının Suudi Arabistan için milyarlarca dolara mal olmasına rağmen, böyle nasıl böyle konuştuğunun sorgulanmasını isteyen yazar, şu önemli (!) tespitleri yapıyor: “Suudi politikası onlarca yıldır, Petrol Bakanı Ali el-Naimi gibi usta müzakereciler tarafından idare edildi. Şimdi ise bu politika, düşük petrol fiyatlarının ekonomik reform çabalarına katkıda bulanacağına ve Suudi Arabistan’ın ezeli rakibi İran’ı zayıflatacağına inanan 30 yaşında bir Prens’in kontrolü altında.” Yani Economist, 30 yaşında, bu işler için “çocuk” sayılacak bir Prens’in hem bu işlerin altından kalkamayacağını ima ediyor hem de Suudi Arabistan’daki bu yeni ekonomi-politikası değişikliğine şaşırıyor.
Bize hiç de yabancı gelmeyen bu serzenişlerin bir müddet sonra şaşkınlıktan çıkarak kızgınlığa hatta düşmanlığa dönüşeceğine emin olabilirsiniz.
Aslında Suudi Arabistan’ın tam
Türkiye’nin, bir toplumsal uzlaşma çatısı olan yeni anayasayı ve bununla ilgili süreci bütün yönleriyle tartışması ve her kesimin, herkesin görüş bildirmesi tabii ki çok önemli ve böyle de olması gerekiyor. Bu anlamda tabii ki farklı kesimlerin talepleri, önerileri siyasi gerilim nedeni değildir; tam aksine, toplumsal kutuplaşmayı, uzlaşmaya götürecek anayasa yapma süreci dinamiğinin başlıklarıdır bunlar.
Esasında anayasalar toplumsal uzlaşmanın hukuki çatısıdır ve anayasaları toplumların uzlaşma ihtiyaçları ortaya çıkartır. Böyle olunca farklı ekonomik çıkarların uzlaşması ve devleti tam burada düzenleyici olarak işlevlendiren hukuki metinler olarak ortaya çıkar anayasalar...
Bundan dolayı, her şeyden önce, biz anayasanın ekonomi tarafını da ele almalıyız, tartışmalıyız.
Türkiye, yakın zamanda tam burada büyük sıkıntılar yaşamıştır. Dışa açık, rekabetçi bir ekonominin tesisi ve ortaya çıkan katma değerin adil paylaşımı için, bırakın anayasal güvenceyi, tam aksine, mevcut anayasa(lar) burada, Türkiye için ayak bağı olmuştur.
Kriz ve anayasa...
Türkiye’de 1980’e gelindiğinde imalat sanayiindeki istihdamın yüzde 35’i, katma değerin de yüzde 43.5’i kamu sektöründen
Doksanlı yılların sonundan itibaren, başta Çin olmak üzere, Pasifik Asya ülkelerinin hızlı yükselişine şahit olduk. Bu yükselişin nereye varacağı ya da nerede duracağı konusunda ABD’nin 2005 yılına kadar pek fikri yoktu. Daha doğrusu, Çin’in ABD’nin dış borçlarının pasif finansçısı olmaya devam edeceğini sanıyorlardı. 2005 yılında Çin’in ulusal petrol şirketi CNOOC, ABD’nin petrol şirketi Unocal’ı satın almak üzere teklif vermesiyle ABD işin farkına vardı. Temsilciler Meclisi, 30 Haziran 2005’te, CNOOC’un Unocal’ı almasına izin vermenin Birleşik Devletler’in ulusal güvenliğini tehdit edeceğini belirten bir karar aldı.
28 Haziran 2005’te ise Paul Krugman New York Times’ta aynen şöyle yazacaktı; “Çin hükümeti, çok geniş bir alanı kapsayan petrol ve doğal gaz rezervlerine erişme yolunda büyük iktisadi güçlerin birbiriyle didiştiği bir ‘büyük oyun’ öngörüyorsa, Unocal tam da onun kontrol etmek isteyebileceği türden bir şirkettir. (Şirket satın almak, parasal açıdan ve can kaybı bakımından, petrol üreticisi bir ülkeyi işgal etmekten daha ucuza gelir.) Bana kalsa Çin’in Unocal için verdiği teklifin önünü keserim.” Krugman, Çin’in Japonya gibi olmadığını, kaynaklarını çarçur etmek