‘Gücü ve potansiyeli’ nasıl keşfederiz?

16 Haziran 2016

Dün gelen mart ayı işsizlik verisi ve mayıs ayı bütçe gerçekleşmeleri Türkiye ekonomisinin bütün dış olumsuz şartlara rağmen çok önemli bir avantaj yakaladığını bize gösteriyor.

Bu veriler hepimize benzersiz bir potansiyeli gösteriyor. İşsizlikte, özellikle tarım dışı işsizlikteki güçlü düşüş ve bütçede geçen yıla oranla vergi gelirlerindeki artış önemli. Ancak bu tablonun daha da düzelerek sürmesi için yeni bir yol haritasının gerekli olduğu kaçınılmaz. Türkiye ekonomisi adeta çok önemli bir fırsatın eşiğinde olduğumuzu ve bu fırsatı değerlendirmemiz gerektiğini bu verilerle anlatıyor.

Gelişmiş ülkeler içinde bulundukları krizi aşmak için Endüstri 4.0’a hazırlanıyorlar. Çünkü bu alanda Çin ve Güney Kore başta olmak üzere, gelişmekte olan ülkelerle ciddi bir rekabet onları bekliyor. Çin bu konuda “Made in China 2025” programını başlatmıştı. Bu programın sonucu olarak devlet, üniversiteler ve yatırımcılar, ticari uygunluğa sahip binlerce patenti üretti.

Çin Devlet Konseyi, bu alanda rekabetin ve piyasa işlerliğinin önünü açtı.

Öte yandan, Güney Kore de Endüstri 4.0’ın KOBİ’ler ile ayağa kaldırılacağına inanan ülkelerden biri. Bu ülkede de Çin’de olduğu gibi devlet denetiminde bir

Yazının Devamı

Türkiye’nin mutabakatı

14 Haziran 2016

Türkiye’de, her hükümet kuruldu-ğunda, ekonomide doksan-yüz gün gibi süreler verilir ve hükümet, bu sürede kamuoyuna “devrim” gibi reformlar yapacağını açıklardı. Ancak bu “devrim” gibi reformlar nedense, hükümetin siyasi duruşundan, ona oy veren kesimlerden bağımsız olarak, hep birbirinin kopyası olan ezberlerdi. Mesela şöyle: “Ekonomi bir bütündür, her alanda “yapısal” dönüşümü hedefleyen ve insan odaklı kalkınmayı destekleyen reformlar yapılacak. Üretim teknolojisinde gelişmiş ülkeler seviyesine geleceğiz, AR-GE yatırımlarının milli gelire oranı gelişmiş ülkeler seviyesine gelecek. Bütçe disiplini öne çıkacak, çünkü bütçe disiplini ile finans sektörünün sağlamlığı ve reel sektör arasında feda edilmez bir ilişki vardır. Merkez Bankamız, finansal piyasalarda istikrarı sağlayacak ve enflasyon hedeflerine ulaşacaktır. Ekonomik öngörülebilirlik en üst düzeye çıkacak, yabancı sermaye girişleri artırılacaktır. Tasarruflar artırılacaktır, makro ihtiyati tedbirleri sürdüreceğiz, yapısal reformlar devam edecek... vb...”

Bu basmakalıp cümleler, her defasında ısıtılıp bizim önümüze gelirdi ve profesyonel iktisatçılar bile şu “yapısal reformların” ne olduğunu pek anlamazlar ve bunun üzerine

Yazının Devamı

İlan edilmemiş bir savaş!

9 Haziran 2016

Bugün ilan edilmemiş bir yeni paylaşım savaşıyla karşı karşıya olduğumuz kesin. Bu savaş ilan edilmemiş bir savaş olduğu kadar, bir önceki yüzyılın iki büyük (dünya) paylaşım savaşından da niteliksel olarak ayrılıyor. Daha doğrusu, bildiğimiz -konvansiyonel- bir savaşla karşı karşıya değiliz. Şöyle bir acayip durum da var; bu savaş konvansiyonel silahlarla yürütülüyor ama konvansiyonel bir savaş değil. Şimdiye kadar süren hakimiyetlerini devam ettirmek isteyen devletlerin şu aşamada nükleer silah kullanarak topyekün bir paylaşım savaşına gitmesi mümkün değil. Bunun temel nedeni, nükleer silah gücünün artık yalnız kendi ellerinde olmaması ve nükleer teknolojiyi bir savaş durumunda denetleme zorluğu...

Soğuk Savaş döneminde ABD ve Sovyetler arasındaki detant -karşılıklı birbirine dokunmama durumu- her iki süper güçte birden nükleer silah olmasına bağlıydı. Bu aslında bir pazar paylaşım modeli olarak da süreci belirliyordu. ABD ve Sovyetler birbirlerine “dokunamıyorlardı” ama bunu yapmamak için de gerekli şartları sağlıyorlardı. Örneğin, Doğu Avrupa ve Kafkasya Sovyetler’in pazar alanı iken, Türkiye’den başlamak üzere, Ortadoğu, Afrika, Latin Amerika ABD’nin alanları idi. Nükleer

Yazının Devamı

Doğu Sorunu: Geçmişte ve şimdi...

7 Haziran 2016

Tarih, çok söylenenin aksine, tekerrür değildir tabii ama tarihin tekerrür ettiğini bize söyleten bir bilimsel gerçeklik de vardır. O da kısaca şudur; bir toplumsal sistemin üretim gücünü denetleyen, elinde tutan hakim yapının oluşturduğu siyasi hiyerarşi kırılmadıkça ve değişmedikçe biz, bir zaman dilimi içinde, benzer olaylara tanık oluruz.

En tepedekiler ellerine geçirdikleri üretim gücünü korumak hatta, çağın ve teknolojinin gereklerine göre, genişletmek için benzer yöntemlere başvururlar. İktidarlar, bu gücü dağıtan siyasi erk olarak, en tepedekilerin isteklerine göre biçimlendirir.

Sanayi devrimiyle birlikte oluşan Avrupa merkezli paradigma, 19. yüzyılın ortalarında Kara Avrupası’nda ve Britanya’da çok derin bir krizle yüz yüzeydi. 1848’te Fransa’da başlayan ayaklanma dalgası ekonomik krizi siyasi krize çok geçmeden dönüştürdü. İşte tam bu zamanda Avrupa ve İngiltere için bir Doğu Sorunu ortaya çıktı. François Georgeon, Sultan Abdülhamid’i anlatan müthiş eserinde, Abdülhamid’in, aynı zamanda, bir Doğu Sorunu sultanı olduğunu söyler. “Nedir bu Doğu Sorunu? Bu deyim, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar ve Doğu Akdeniz’deki toprak kayıplarının büyük devletlerin karşısına

Yazının Devamı

Batı neden batıyor?

2 Haziran 2016

Bugün Fransa’da devam eden sokak eylemlerinin geçici olmadığını, bir sürecin ve şimdiki Avrupa’nın sonunu anlatan tarihi bir sonuç olduğunu düşünüyorum.

Paris’te yine 2005 yılında başlayan ayaklanmalar, daha çok genç göçmen nüfustan kaynaklanıyordu. Ancak bu seferki ayaklanmalar, yalnız göçmen ve azınlıkları kapsamıyor, başta geleneksel sanayiler olmak üzere geniş bir işçi hareketi ve grev dalgası bu yeni ayaklanmanın merkezini oluşturuyor.

Bugün Fransa’da olanlar 1871’den az değildir hatta sonuçları itibarıyla daha da derindir bizce...

Başlayan grevler ulaşımı aksatıyor ama daha da önemlisi limanlara ve nükleer santrallere yayılan grev dalgası ekonomiyi durma noktasına getirdi. Fransa’da şu an 19 nükleer santral bulunuyor ve grev halinde bu santrallerin 16’sı duracak; bunun anlamı ekonominin tümüyle stop etmesidir. Ancak hiç şüphesiz ki bu Avrupa’nın krizidir ve yalnız Fransa ile sınırlı değildir.

OECD raporu...

Fransa’da bunlar olurken, merkezi Paris’te bulunun Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) küresel ekonominin “düşük büyüme” tuzağında olduğunun altını çizen ekonomik görünüm raporu yayımladı. OECD, düşük büyüme sorununun aşılması doğrultusunda, şimdiye değin uygulanan

Yazının Devamı

Piyasanın ‘dostları’ ve ekonomi yönetimi

31 Mayıs 2016

Türkiye’de bilerek, fikri takip yapılarak muhalefet yapılmadığına dair en somut ve en güzel örnek herhalde 65. Hükümet’in ekonomi yönetimine ilişkin yaptığı görev dağılımına yönelik itiraz ve eleştirilerdir.

Biliyorsunuz, başbakan yardımcılıkları esasında devletin stratejik kurumlarının bağlı olduğu koordinasyon bakanlıkları olarak düşünülmüş yürütme müesseseleridir.

Ekonomiyle ilgili koordinasyon ve yürütmenin yapıldığı başbakan yardımcılığını 64. Hükümet’te Sayın Mehmet Şimşek yürütüyordu ve bu bakanlığa, Merkez Bankası, kamu bankaları, Hazine gibi stratejik kurumlar bağlıydı. Ancak bu kurumları denetleme pozisyonunda olan Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), Sermaye Piyasası Kurumu (SPK), Tasarruf Sigorta Mevduatı Fonu (TMSF) da aynı bakanlığa bağlanmıştı. Dolayısıyla, şekilsel olarak denetlenen ve denetleyenin aynı kuruma bağlı olması gibi “acayip” bir durumla karşı karşıyaydık. Ama nedense sürekli olarak bağımsız düzenleyici ve denetleyici kurumların öneminden ve bağımsızlığından bahseden çevreler, bu pek uygun olmayan durumu görmezden geliyor ve burada böyle bir “tek başlılık” olmaması gerekir, burada hem denetleyen hem denetlenenin “patronu” aynı olamaz, burayı

Yazının Devamı

Yeni dönemin ekonomi-politikası

26 Mayıs 2016

Sanıyorum, yeni hükümetle birlikte, Türkiye’nin yeni ekonomi-politikasını ortaya çıkarmak ve bu yönde adım atmak zorundayız. Nasıl ki siyasette 12 Eylül’ün izlerini taşıyan sistemin artık değişmesi gerektiğini ısrarla söylüyorsak, bu sistemin ekonomideki izdüşümünü de tartışmak ve tıpkı 12 Eylül Anayasası’ndan üreyen siyasal sistem gibi, rafa kaldırmak mecburiyetindeyiz.

Yaklaşık iki yıl önce, yani Eylül 2014 tarihinde Başbakan Davutoğlu TBMM’de 62. Hükümet’in programını okumuştu. O programda ekonomiyle ilgili çok önemli bir değişiklik yoktu. O zaman şunu yazmıştım: “Türkiye’nin hâlâ 2023 hedeflerine ulaşma şansı var. Yani kişi başı 25 bin dolarlık bir milli gelir seviyesi ve 500 milyar dolara varan ihracat potansiyeline Türkiye 21. yüzyılın ilk çeyreği itibarıyla ulaşabilir.
Ama bize göre bunun iki şartı var; birincisi 2015 seçimlerine kadar olan sürenin çok iyi bir hazırlık süresi olarak değerlendirilmesi ve tam şimdi ekonomide, 2012’de yapılan yanlışın yapılmaması; yani büyümeye fren gibi gereksiz uygulamaların devreye girmemesi gerekir.

Tekrar edelim ki Türkiye’nin şu an bazı çevreler tarafından iddia edildiği gibi öncelikli sorunu enflasyon değil, sanayi ve ihracatta

Yazının Devamı

İnsani Zirve ve ekonomi politikaları

24 Mayıs 2016

Birleşmiş Milletler Dünya İnsani Zirvesi, ilk defa, İstanbul’da, Türkiye’nin ev sahipliğinde toplanıyor. Bu zirvenin Türkiye’de toplanması anlamlı; Türkiye’nin milli gelire oranla dünyada en çok insani yardım yapan ülke olmasının yanı sıra, şu an insanlığın yaşadığı en büyük dramlardan biri olan mülteci sorununun çözümünde Türkiye’nin anahtar ülke olması da zirveye başka bir boyut katıyor.

Ancak bu tür BM zirveleri, aynı zamanda, BM’nin tarihsel işlev ve yapısının, dünyanın şu andaki ekonomik sosyal koşullarına bağlı olarak sorgulama platformu olmalıdır. Çünkü hemen 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan Birleşmiş Milletler, kuruluş amacında var olan dünya barışı, küresel adalet, işbirliği, kaynakları eşit kullanma gibi amaçlara insanlığı yaklaştıramamıştır bile...

BM sorunu...

Bu anlamda bu temel insani konularda insanlık bugün bir sistem sorunuyla karşı karşıyadır ve bu sorunun başlangıç kurumlarından biri, doğrudan BM’nin yapısı ve işleyişidir. Bu konuda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ısrarlı eleştirilerini biliyoruz. Artık bugün bu eleştiriler diğer ülke liderleri ve kamuoyu tarafından da kabul edilmek zorunda kalınıyor. Almanya Başbakanı Merkel dün zirvenin açılış oturumunda yaptığı

Yazının Devamı