Tarım ve hayvan-cılık ekonominin bütününü ve politik alanı önemli ölçüde belirleyen bir alan... Ama ne yazık ki bugün tarımı iktisadi ve politik düzlemde yeterince tartışmıyoruz.
Örneğin, bugün et üretimi ve ticareti en sorunlu alanlardan biridir.
Bugün et fiyatları yalnız Türkiye’de yükselmiyor. Gelişmekte olan ülkelerde gelir seviyesi yükseldikçe ete olan talep artıyor ama bu talebi karşılayacak arz ortada yok. Daha doğrusu olması gereken et arzı, et üretimi ve ticaretini elinde bulunduran tekelci yapılar tarafından sağlanmıyor ve burada piyasa mekanizmasından çok başka çarpık bir yapı var ortada. Bugün Çin, Orta Afrika, Güney Amerika ve Asya’nın, Kuzey Amerika ve Avrupa kadar et talep ettiğini düşünün... Bugün dünyanın beyaz ve kırmızı et kaynakları yağmalanıyor. Öte yandan, küçük ve büyükbaş hayvan yetiştirip bunu ete dönüştüren tesisler, yetersiz talep ve yüksek fiyat tekelci anlayışıyla çalıştığı için arzı aşağıda tutuyor. Bütün tarımsal üretim ve yapı bu mekanizmaya göre ayarlanmış. İşte bundan dolayı dünyanın küçük bir kısmı et yemekten hasta olurken diğer büyük kısmı da protein yetersizliğinden ölüyor.
Gıda krizi...
Bilindiği gibi, küresel faiz oranları çok düştü, birçok
Srebrenitsa’nın üzerinden tam 21 yıl geçti. Srebrenitsa’nın şöyle bir özelliği var; topyekun bir savaşı ve buna bağlı soykırımları, katliamları önlemek üzere kurulan AB’nin tam göbeğinde gerçekleşen ve Avrupa’da hukuksal olarak belgelenen ilk soykırımdır Srebrenitsa... Şimdi tam 21 yıl sonra, 1995’te Doğu Avrupa’da olanların benzeri Türkiye’nin hemen doğu sınırları dışında gerçekleşiyor ve biz, buna bağlı olarak, insanlık tarihinin en büyük mülteci dramlarından birini yaşıyoruz.
Türkiye de bu şartlarda bir “Suriyeli” mülteci sorununu tartışıyor. Öncelikle Suriyeli mülteciler meselesi bu tarihi ve güncel durumdan bağımsız tartışılamaz. Bu anlamda karşımızda yalnız demografik bir sorun yoktur; çok yönlü iktisadi, sosyal, siyasi ve sonuçta insani bir sorunla karşı karşıya bulunuyoruz.
AB’nin çöküşü...
Ancak şuna da dikkatinizi çekmek isterim; bugün nasıl Avrupa’da, 2. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle tarihe gömüldüğünü sandığımız, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve Srebrenitsa ile birlikte soykırım tehlikesi başladıysa, Anglosakson tarafında da, tarih oldu sanılan siyah ırk düşmanlığı yeniden hortluyor. İngiltere’nin, ABD’nin en başarılı sporcularının siyah ırktan olmasına, hatta ABD
Bu hafta Polonya’nın başkenti Varşova’da NATO zirvesi toplanıyor. Bu zirvenin terörün yeni bir boyut kazandığı ve küreselleştiği şu günlerde olması zirvenin önemini artırıyor ama bu yeni döneme NATO, bir birleşik askeri güç olarak cevap verebilecek mi ve bu zirvede NATO’ya üye ülkeler, bu yeni durum konusunda genel bir mutabakata varabilecekler mi; bunun olacağını açıkçası sanmıyorum; çünkü NATO’nun kurulduğu günden bu yana baskın gücünü oluşturan ABD ve İngiltere, küresel terör tehdidini yeni bir savaş biçimi olarak görüyor ve denetleyebildikleri terör yapılarını tehdit dışı olarak algılıyorlar. Bugün konvansiyonel, kimyasal hatta nükleer silahlanma, ekonomik paylaşımın, teknoloji üretmenin, teknolojiye sahip olmanın ve bu yolla pazarları denetlemenin en etkin yollarından birisidir. Üretilen silahlar ve silah teknolojisinin kimin eline geçeceği bu silahları üretenlerden yani devletlerden bağımsız değildir. Bu silah çevrimi ve ticareti, aynı zamanda, yeni küresel paylaşım savaşının doğrudan izdüşümüdür.
İroni nerde?
Şimdi NATO zirvesinin Varşova’da toplanmasını, NATO’nun Varşova Paktı’na karşı kurulmuş bir askeri yapı olduğundan yola çıkarak, ironik bulanlar falan var. Artık soğuk
Dün açıklanan yeni “ekonomik teşvik paketi”, hiç şüphesiz ki, yatırımı ve üretimi önceleyen yeni bir bakış açısını taşıyor. Özellikle, teşvik sistemine sektörel yeni bir boyut kazandırılması ve kredi teminatlarının çeşitlendirilmesi, Kredi Garanti Fonu, Eximbank gibi kurumların kapsama alanının genişletilmesi, dış yatırımcılar için bürokrasinin azaltılması ve yeni vergi avantajlarının getirilmesi önemli.
Bütün bunlar yeni bir büyüme modeli olarak anlatılamaz ama yeni bir büyüme ve kalkınma yolunun da ilk adımları sayılabilir.
Türkiye’de hükümetlerin işbaşına geldikten hemen sonra “ekonomik paket” açıklamaları âdettendir. Ama bu paketler, yakın geçmişe değin, iktisadi piramidin altında olanlar için pek çözüm olmazdı. Çünkü açıklanan önlemlerin içinde üretici, çalışan lehine düzenlemeler olsa bile, ekonominin temel işleyiş modeli aynen korunduğu için, bu tedbirler “yukarıdan-aşağıya” gelene değin erir giderdi.
Para politikası...
Örneğin siz istediğiniz kadar ihracatçıyı, sanayiciyi destekleyen bürokratik önlemleri alın, eğer para politikanız ithalatı kolaylaştıran, ihracatı aşağıya çeken, ara sanayiyi öldüren, dolayısıyla, borca dayalı bir ekonomiyi önceleyen araçlara
Uzun bir zamandır, içinde bulunduğumuz terör sürecinin aslında yeni bir paylaşım savaşı biçimi olduğunu yazıyorum. Dolayısıyla, sizin diplomatik, siyasi bir çıkışınızın karşılığı pekâlâ bir terör saldırısı olabilir. Hiç şüphesiz ki Türkiye’nin İsrail ve Rusya ile ilişkileri düzeltmek doğrultusunda attığı tarihi adımların arkasından böyle bir terör saldırısı beklenmeliydi.
İstanbul’da havaalanına yapılan saldırının DEAŞ kaynaklı olması ve Türkiye’nin ticari ve ulaşım kalbini hedeflemesi Türkiye’nin yeni dış politika hamlelerine doğrudan bir cevap olduğu tartışılmaz bir gerçektir. O zaman iki önemli dış politika hamlesi de çok yerindedir ve şu anda küresel terörü yönetenlerin hiç ama hiç hoşuna gitmemiştir.
Kaosa cevap...
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Putin arasında yapılan telefon görüşmesi sonucunda, ikili ilişkilileri yeniden canlandırılması doğrultusunda mutabık kalındığı açıklandı. Dolayısıyla, İsrail-Türkiye anlaşmasıyla birlikte alınan bu sonuç, Ortadoğu’da DEAŞ gibi paramiliter terör örgütlerinin oluşturduğu kaosu önlemeye dönük çok önemli bir adımdı.
İngiltere’nin “AB’den çıkalım” referandumu ile Türkiye-İsrail anlaşmasının hemen hemen aynı tarihe denk gelmesi, şu günleri değerlendirmemiz için bize hayli zengin bir malzeme sunuyor. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun “Bu anlaşmanın muazzam ekonomik sonuçları olacak” demesi de anlaşmanın temel dinamiklerinin ekonomi kaynaklı olduğunu da bize anlatıyor. Dolayısıyla İsrail-Türkiye ilişkilerinin normalleşmeye başlaması, her iki ülkenin siyasi iktidarlarının, reel politikle sınırlı bir rahatlama manevrası değildir.
Böyle olunca, bu anlaşma, yalnız Türkiye-İsrail anlaşması ya da Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi değildir; Ortadoğu’nun normalleşmeye başlamasının en önemli adımlarımdan biridir ve varılan mutabakat da Türkiye ve İsrail’le sınırlı değildir. Öncelikle Türkiye, burada Filistin’den ve Filistin’in çıkarlarından bağımsız bir adım atmamıştır ve bu sürecin tam ortasında başından sonuna kadar Filistin vardır. Buradan doğacak her ekonomik sonuç, Filistin halkına doğrudan yansıyacaktır.
İktisadi temeller...
Netanyahu’nun bahsettiği “muazzam” ekonomik sonuçlara yakından bakmamız için İsrail’in ve bölge ekonomisinin geçmişte ve şimdi hangi iktisadi temeller üzerine oturduğuna
Bugün İngiltere Avrupa Birliği’nden çıkışı oyluyor; bu referandum, aslında bir “Biz burada kalalım” oylaması değil, “Biz buradan çıkalım” oylaması... AB’nin buraya nasıl geldiğini bir önceki yazıda anlattık. Ancak bir de bu durumun AB dışındaki dinamikleri var. Çünkü, bir önceki yazımızda belirttiğimiz gibi, bu gelişme yalnız İngiltere ile AB arasındaki bir sorun değildir; 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD önderliğinde kurulan ve İngiltere’nin de destek verdiği küresel sistemin hiyerarşisinin değişmekte olduğunu gösteren tarihsel bir eşiktir.
Bugün referandumdan İngiltere’nin AB içinde kalma kararı çıksa bile artık bir dönemin geride kaldığını söyleyebiliriz.
Almanya ve İngiltere
İşin özü şudur; 2008 kriziyle birlikte başlayan süreç, tam bu günlerde, bize bir dönemin bittiğini gösteriyor. Burada, -bu dönemde- Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin yeri belli olduğu gibi, gelişmiş ülkelerin de yeri belliydi. Savaştan yenik çıkan Almanya ve Japonya, gelişmiş ülke olarak sisteme eklemlenecekler ama hiçbir zaman ABD ve İngiltere’nin konumunda olamayacaklardı. AB’den başlamak üzere, bütün ekonomik ve siyasi birlikler bu hiyerarşiye göre düzenlendi.
İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılıp ayrılmamasının oylanacağı 23 Haziran referandumu, hiç şüphesiz ki birçok açıdan tarihi bir dönemeç.
İngiltere 1975 yılında da benzer bir referandum yapmıştı. Ancak o zaman İşçi Partisi seçmenine verdiği söz gereği ülkeyi referanduma götürmüş ve İngiltere yüzde 67 evet oyuyla AB’de kalmıştı.
1975’teki referandum siyasi bir sürecin sonucu olarak gündeme gelmişti ve derinliği çok fazla değildi. Ancak bu seferki referandum çok derin bir ekonomik krizin sonucu olarak ortaya çıktı. 2014 yılında yapılan G-20 zirvesinden hemen sonra İngiltere Başbakanı Cameron, AB ekonomisine dönük çok kapsamlı eleştiriler yöneltmişti. Cameron, krizin kaynağını Euro Bölgesi olarak görüyordu. İngiltere Başbakanı, Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) çabalarına rağmen, Euro Bölgesi’nin krizden çıkamayacağını, işsizliğin artacağını, büyümenin giderek düşeceğini belirterek İngiltere’nin bu krize ortak olmayacağının altını çiziyordu. O tarihlerde Cameron’un üzerinde durduğu nokta, Almanya merkezli bir AB’nin önüne açık bir genişleme perspektifi koyamayacağı ve buna bağlı olarak Euro Bölgesi’nin giderek daralan bir pazar sorunuyla karşı karşıya kalacağıydı.