Bu bayramın ilk günü 12 Eylül’e denk geldi. Eğer 15 Temmuz’u yaşamasaydık, hiç şüphesiz ki, bayram sevinci bu kara günü, bu yıl, daha az hatırlamamıza yol açacaktı. Ama bu yıl 12 Eylül 1980, Türkiye için daha anlamlı hale geldi.
12 Eylül’ü hiç yaşamayan ancak 15 Temmuz 2016’da tankların karşısına dikilen genç kardeşlerimiz de 12 Eylül’ün kitap sayfalarından ibaret olmadığını gördüler. Ama biz hepimiz de 12 Eylül’ün tarih olmadığını gördük. 12 Eylül’ün bu ülkede tarih olduğunu sanmanın 15 Temmuz’da nasıl bir yanılgı olduğunu da gördük.
15 Temmuz 2016’ya vardığımızda Türkiye’de hâlâ 12 Eylül Anayasası’nın ve bu Anayasaya göre biçimlenen bir çok kurumun geçerli olduğunu unutmuştuk neredeyse...
15 Temmuz günü 12 Eylül’ün kurumları, Türkiye’nin yeni siyasetinde ve yeni şekillenmeye başlayan ekonomisinde giderek çürüyen ve çürüdükçe içerisinde FETÖ gibi terör örgütlerini büyüterek barındıran paralel devlet yapılanması olarak vardı. Ve bu çürümüşlük 15 Temmuz darbe girişimini içinde büyüten bir urdu.
12 Eylül’den 15 Temmuz’a...
Şunu çok büyük bir açıklıkla söyleyebiliriz; FETÖ ve 15 Temmuz bize 12 Eylül sürecinin Türkiye’de bitmediğini göstermiştir. Ama darbenin başarısız olmasıyla 12
Çin’de G-20 zirvesinin yapıldığı Hangzhou’ya ilk girdiğinizde bir sanayi kentine geldiğinizi anlıyorsunuz ama bu şehir yalnız sanayi ile anlatılırsa büyük bir haksızlık olur. Kent, şüphesiz Çin’in en güzel, dünyanın da sayılı görülmesi gereken yerlerinden. Hangzhou “cennet kent” diye de anılıyor. Özellikle Xihu (Batı Gölü) kenti çevreleyen sanayi tesislerinden korunmuş bir cennet köşesi. Hangzhou’yu gezerken şu “muasır medeniyet” kavramını düşündüm. Yani bilimde, teknolojide, eğitimde ve buna bağlı olarak genel refahta insanlığın yakaladığı en üst noktayı toplumda yaygın hale getirmek ve bunu sürdürmek... Bunu biz şimdiye değin “Batılılaşmak” olarak da anlattık.
Detroit ve Hangzhou...
Bundan üç yıl önce, yani 2013 yılının yaz aylarında ABD’nin sanayi ve otomotiv üretim merkezlerinden biri olan Detroit kentinin yerel yönetimi iflas için mahkemeye başvurdu. Detroit, tipik bir Amerikan rüyası yani hızlı “batılılaşma” örneği idi. Detroit Yerel Yönetimi, otomobil fabrikalarının kurulmaya başlamasıyla akına uğrayan ve daha 1950’lerde 1.8 milyonu bulan kentin nüfusunun 700 bine düştüğünü ve buna bağlı olarak vergi gelirlerinin giderleri karşılamadığını iflas başvurusunda belirtmişti.
Bu yıl 4-5 Eylül’de Çin’de yapılacak G-20 zirvesi, geçen yıl Türkiye’de yapılan zirvenin bir bakıma devamı sayılabilir. Geçen seneki zirvede Türkiye, kapsayıcı büyümeyi öne çıkartan ve gelişmekte olan ülkelerin dünya ticaretindeki payını bu perspektifte artırmayı amaçlayan temel politikaları ve bu politikaların uygulama alanlarını gündeme getirdi. Bu sene de Çin, büyük ölçüde 2012’de ortaya çıkmaya başlayan ve devlet başkanı Xi Jinping’in 2014’teki APEC toplantısında “Çin önümüzdeki 10 yılda 1,25 trilyon dolarlık dış yatırım yapacak” diyerek ilan ettiği yeni kalkınma stratejisini G-20’nin temel başlıklarında gündeme getirecek. Çin’in “tek kuşak-tek yol” sloganı ile dünyaya tanıttığı bu strateji, 20. yüzyılda teklemeye başlayan ve yeni yüzyılın hemen başında dağılma sürecine giren Batı kalkınmasına alternatif yeni bir Doğu kalkınması olabilir mi? Sanıyorum bu soru, Türkiye dahil olmak üzere, tüm gelişmekte olan ülkelerin G-20’deki temel arayışı olacaktır.
Çifte standarda son
G-20’nin büyüme, finansal yönetişim, vergi adaleti, korumacılık ve buna bağlı dünya ticaretinin düzenlenmesi, borç sorunu, iklim değişikliği, gelir dağılımındaki adaletsizlik, terörün finansmanı ile mücadele,
Hiç şüphesiz ki, Türkiye’nin Cerablus operasyonu güncel olduğu kadar tarihi ekonomik ve siyasi sonuçları olacak bir gelişmedir. Türkiye hem kendisi için hem de bütün bölge halkları için “korunması gereken toprakları” koruyor ve bu toprakları gerçek sahiplerine yeniden vermek için yapması gerekeni yapıyor. Dün olduğu gibi bugün de bu topraklar “memalik-i mahruse”dir. Yani üzerinde yaşayan toplumların dirlik ve birliğinin bozulması halinde büyük bir felaketin yaşanması kaçınılmaz olan topraklar memalik-i mahruse”dir. Esasında bütün bir 20. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına bağlı olarak büyük yıkımların, acıların yaşandığı bir yüzyıl olmuştur. Şunu da söyleyebiliriz; yüzyılın başında yeni Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğunun inkarı olarak kuruluyor ve böylece memalik-i mahruse’den vazgeçiyordu.
“Doğu Sorunu”
Bu anlamda Osmanlı İmparatorluğu yalnız kendisi için bir “memalik-i mahruse (korunması gerekli topraklar) değildi. İmparatorluk parçalandığı takdirde, insanlığın da büyük bir sorunla yüzyüze geleceği, 19. yüzyılda teslim edilmişti. Ama Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmaması hali ise -tam aksine- Batı için bir Doğu Sorunu idi.
1876’da Abdülhamit tahta
Soğuk Savaşın bitmesi ve Sovyetlerin 90’lı yılların başından itibaren ABD ile girdiği hegemonya savaşını bırakmasıyla Amerika, adeta bir yeni imparatorluk stratejisi ile sistemin tek hegemonik gücü olmaya soyundu. Ama burada tarihsel bir sorun vardı. ABD’nin yeniden -Sovyetler olmadan- tesis etmek istediği imparatorluk, 20. yüzyılla birlikte ortaya çıkan iktisadi ve siyasi paradigmaya dayanıyordu. Bu paradigma, teknolojiyi yalnız Batı’da tutan ve bu yolla teknoloji rantını kullanan, Doğu’nun, beşeri sermaye dahil, kaynaklarını “çağdaş” para ve maliye politikalarıyla Batı’ya aktaran ve böylece dünyanın doğusunda ve güneyinde gelir dağılımı bozarak yoksulluğu, çaresizliği, açlığı yukarı çeken bir kriz hali idi. Bu kriz durumu, aynı zamanda, gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerin siyasi ve ekonomik dengelerini bozuyor ve Batı’nın krizi, aynı zamanda, ulus-devletlerin krizi olarak da tezahür ediyordu. Doksanlı yılların ortalarından itibaren başlayan ve domino etkisi oluşturarak, bütün gelişmekte olan ülkeleri dolaşan finansal krizler esasında 2008’de patlayacak olan büyük krizin öncüsü idi. Tabii bu arada başta Ortadoğu’da olmak üzere, Sovyetlerin dengesi ile de ayakta duran
Türkiye’nin artık şu gerçeği kabul etmesi gerekiyor; adı konulmamış bir yeni savaşın tam ortasındayız. Bu, yeni bir paylaşım savaşı ve daha önceki iki büyük savaştan da çok daha kapsamlı ve şaşırtıcı sonuçları olacak bu savaşın...
Şu denebilir; Türkiye böyle bir risk almak durumunda değildi, bölgesinde ve dünyada bu kadar iddialı olmak zorunda değildi, “Dünya beşten büyüktür” diyen bir liderimiz olmasıydı bu savaşın merkezinde olmazdık.
Tıpkı 2. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi “durumu idare” edebilirdik. Esasında şu sıra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın politik duruşu ile ona her düzeyde ve her platformda -açıkça söylemek gerekirse kurduğu parti içinde bile- muhalefet eden kesimlerin politik duruşu arasındaki temel fark budur. Haziran seçimleri sonrasında koalisyon çözümünün en iyi çözüm olacağını hem ekonomide hem de siyasette yeni bir “uzlaşı” ikliminin gerekli olduğunu söyleyenlerin de politik arayışı tam buydu. Önce 17/25 Aralık tezgahını kuran, sonra da 15 Temmuz darbe girişiminde bulunan FETÖ ile, bu koalisyonla birlikte uzlaşarak yola devam edilmesi ve Türkiye’nin FETÖ tehdidinden böylece kurtulması(!) da bu çevrelerin temel savunusu idi. Aslında bu çözüm (yani koalisyon) 15 Temmuz
Türkiye, 15 Temmuz’da kendisine yapılan çok yönlü saldırının şifrelerini çözmeye çalışıyor. Bu saldırının operasyonel üstlenicisi olan FETÖ’nün Türkiye’de doğrudan yönlendirdiği ya da organik olarak sahip olduğu bir siyasi yapı ve/veya siyasi parti yoktu. Ancak, FETÖ, devletle birlikte, siyasi partilerin içinde de örgütlendi ve onları yönlendirmeye çalıştı. 17/25 Aralık’tan sonra ise AK Parti’de zayıflayan gücünü MHP’yi doğrudan ele geçirerek telafi etmeye çalıştı. Esasında MHP operasyonu darbenin siyasi ön hazırlığıydı.
Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, geçen gün “Mutlaka bu darbenin bir yerlerde, bir şekilde bir siyasi ayağının olması gerekir. Türkiye’nin siyasi tecrübesi bunu söylüyor “dedi. Kurtulmuş’a katılmamak mümkün değil, hatta bu kadar kapsamlı, uluslararası bir saldırının siyasi tarafını “ayak” değil de “beyin” olarak nitelemek gerekir.
Siyasi beyin...
Öncelikle şunu söylemek gerekiyor; Türkiye’de gücünü milletten alan siyasi irade burayı çözemezse, 15 Temmuz’da başlatılan saldırıyı biz “yumuşatılmış” bir süreç olarak yaşarız ve darbeyle kısa sürede yapmak istediklerini zamana yayarak da yapma fırsatını vermiş oluruz.
Bu saldırının siyasi beyninin esasında iktisadi
Türkiye’de 15 Temmuz’un nasıl büyük bir dönüşüm olduğunu/olacağını anlatmak için birçok örnek bulabiliriz. Ama bence en önemli örneklerden biri, şu Varlık Fonu... Şu sıralar kurulmakta olan Türkiye Varlık Fonu ya da uluslararası ismi ile devlet refah fonu (Sovereign Wealth Funds) bize göre, şu 15 Temmuz’u yaşamasaydık kurulamazdı. Çünkü Türkiye devleti 15 Temmuz’da halkın gösterdiği cesareti göstermezse, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi güvenliğinin olmayacağını idrak etti. Bunun için şimdiye kadar ezber olmuş, kanıksanmış öğretiler, uygulamalar gözden geçirilmeye başlandı. Türkiye’nin gelişmiş ülkelerin yıllar önce attığı adımların, şimdiye değin neden atmadığı sorgulandığı gibi bu adımların hemen -bugün- atılması gerektiği de ortaya çıktı ve biz bu adımları atmaya başladık. Türkiye Varlık Fonu’nun kurulması bu konuda belki de en somut örnektir. Çünkü bu fonun kurulmasıyla ilgili tartışmalara baktığımda çok ilginç bir tablo karşımıza çıkıyor. Varlık Fonu’na itiraz edenleri bir siyasi tarafta toplayamıyoruz. Siyasi yelpazenin “sol” tarafında olanlar mesela CHP Varlık Fonu’na karşı çıkıyor ama aynı gerekçelerle sağ-liberal taraf da bu girişime karşı çıkıyor. Hatta iktidar partisi