Bu hafta başı İstanbul’da faaliyet- lerine başlayan Dünya Enerji Konseyi’nin en önemli etkinliği olan “Dünya Enerji Kongresi’ne” Türkiye çok önemli bir yılda ev sahipliği yapıyor. Kongrenin ana teması “Yeni Ufukları Kucaklamak” da Türkiye’nin ev sahipliğe uygun bir başlık. Esasında bu kongrenin ve bu başlığın bir final olduğunu da ifade etmemiz gerek. Çünkü 23. Dünya Enerji Kongresi, Türkiye’nin son yıllarda enerji alanında attığı adımları taçlandıracak bir zirve olmaya aday.
Yalnız bugün için değil, dün de Ortadoğu coğrafyası enerji paylaşımının en önemli merkezlerinden biri olmuştur. Ama bu coğrafyaya ve buradaki enerji kaynaklarına Türkiye’nin müdahalesi ve belirleyici olmaya başlaması hiç şüphesiz ki yenidir ve yeni bir başlangıcın işaretidir. Osmanlı topraklarında petrolün vazgeçilmez bir enerji kaynağı olarak keşfedilmesinden sonra İngilizler ve diğer büyük devletler, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye’yi enerji alanlarından uzaklaştırmak ve buradaki enerji arzını kendi çıkarları doğrultusunda düzenlemeyi politik hatlarının merkezi yapmışlardır.
Enerji ve pazar...
Bu anlamda bugün tartıştığımız enerji meselesi, aynı zamanda, bir pazar -toprak- paylaşım meselesidir ve sonuna kadar
Bu hafta başı Orta Vadeli Program (OVP) açıklandı. Esasında bu tür “resmi” metinler var olan durumu baz alarak, çok dinamik olmayan hedefler varsayarlar. Bu açıdan OVP gibi metinler genellikle tutucu metinlerdir. Nitekim, OVP hedefleri ile IMF’nin Türkiye tahminleri arasında çok büyük farklılıklar görmüyoruz. Yani “Görünen köy kılavuz istemez” bakışının sonucu olarak rakamlanmış iddiasız bir OVP ile -yine- karşı karşıyayız. Ama hükümetlerin OVP çalışması ve bunu ilan etmesinin mantığı da budur.
Bütün OVP’ler önce “görünen köyü” ilan ederler ve buna göre de dış dünyaya “Merak etmeyin, biz ayağımızı yorgana göre uzatacağız; yorgan da işte bu” derler. Yine böyle bir metin karşımıza geldi. Ben bu anlamda OVP’de tartışılacak pek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Zaten, yukarıda anlattığımız mantık gereği, bu programların mutlaka matematiksel bir kendi iç tutarlığı olur. Yani büyüme, cari açık, bütçe, enflasyon, işsizlik oranları birbiriyle çelişmeyecek bir matematiksel tutarlılığı yakalamak zorundadır ve bu da kâğıt üzerinde zor bir uğraş değildir. Model oluşturmayı öğrenen matematik ya da iktisat öğrencileri için bile bir iki saatlik bir ev ödevidir.
Varsayımlar...
Ama şunu söylemek
İngiltere Başbakanı Theresa May, geçen hafta Muhafazakâr Parti’nin konferansında yaptığı konuşma, İngiltere’nin hayli sert bir Brexit programı izleyeceğinin işaretini verdi. May’in bu konuşması yalnız İşçi Partisi ile Muhafazakâr Parti arasındaki ayrımı artıran yeni bir yol değil. Bu konuşma, Muhafazakâr Parti’nin şimdiye değin yürüttüğü geleneksel AB politikasını da sorgulayan hatta politik olarak Muhafazakâr Parti’yi de bölecek bir yol ayrımına işaret ediyor. May, İngiltere’nin AB’den çıkışını başlatacak 50. maddeyi, 2017’in mart ayına kadar uygulamaya sokacaklarını söylemenin yanı sıra, AB’nin Britanya üzerindeki egemenliğini sona erdirecek Büyük Fesih Yasası’nı da aynı anda işletmeye başlayacaklarına vurgu yaptı.
Bu şu demek oluyor: Britanya artık “eski günlerde” olduğu gibi pazar ve siyasi egemenlik arayışlarını AB’den bağımsız, dolasıyla, eski imparatorluk ruhuna uygun bir şekilde sürdürecek. Nitekim May’in konuşmasında buraya vurgu da önemli ölçüde vardı. Brexit sürecinin İngiltere için terörle mücadele, göçmen sorunu ve Britanya kökenli şirketlere pazarlara ulaşma konusunda kolaylık sağlaması gerektiğini vurgulayan May’in aslında söylediği şuydu: hem Brexit sürecinde hem de
Bugün topyekûn bir dünya savaşı yaşamıyoruz ama şu yaşadığımız günler, tıpkı bir büyük dünya savaşı sonrasını anlatırcasına çok hızlı dönüşümlere, değişimlere sahne oluyor. Yetmişli yıllardan iki binlere kadar olan süreçte, IMF’nin olumsuz raporlarına, derecelendirme kuruluşlarının saldırılarına maruz kalan “gelişmekte” olan bir ülkenin kollarını kaldırıp bunlara teslim olmaktan başka çaresi yoktu. Siyaset de zaten “bunların” dolaylı vesayeti altındaydı.
Şimdi IMF, dünya ekonomisindeki temel sorunun gelişmiş ülkelerdeki deflasyon tehlikesi olduğunu tespit etmiş durumda... Gelişmekte olan ülkelere söyleyecek bir sözü kalmayan ve belki de 20. yüzyılın paradigmasını teslim etmiş, bir yerde teslim olmuş-bir IMF var karşımızda... IMF’nin son ekonomik görünüm raporunda, gelişmiş ülkeler kaynaklı daralmanın hâlâ aşılamadığı açıkça vurgulanıyor. IMF, giderek artan korumacılıktan ve bunun küresel tedarik zincirinde oluşturduğu sorunlardan da bahsediyor.
Büyük özeleştiri...
IMF raporunda, ülkelerin çoğunda enflasyonun uzun vadeli beklentilerin altında seyrettiği ve deflasyonist etkinin giderek arttığı da önemli bir vurgu. Düşen hatta eksi düzeyde seyreden faiz oranlarının küresel
Uluslararası kredi derecelen-dirme kuruluşu Moody’s’in Türkiye’nin kredi notunu yatırım yapılabilir seviyenin altına indirmesi esasında bu köşe yazısına doğrudan konu olabilecek bir mesele değil. Ancak burada sorunun bir not indiriminden öte olduğunu anlatmamız gerekiyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son ABD ziyaretinde de bu konu gündeme geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu ziyaret esnasında bu kuruluşların, özellikle Türkiye gibi, gelişmekte olan ülkelere dönük sübjektif değerlendirmelerini örnekler vererek anlattı. Bu kuruluşların yatırımcılara dönük, objektif değerlendirme yaptığı ve bu anlamda piyasaları doğru yönlendirdiği herhalde günümüzün en büyük kandırmacalarından biri.
Bu kuruluşlar, 2000’li yıllardan itibaren özellikle de 2008 krizinden sonra, Türkiye, Brezilya gibi hızla gelişen ülkelerde IMF’nin etkisinin azalmasına bağlı olarak devreye sokuldu ve doğrudan bu ülkelerdeki piyasa işleyişine müdahale eden tetikçi kurumlara dönüştürüldüler.
Türkiye ve Brezilya...
Şuna dikkatinizi çekmek isterim; Türkiye’de ve Brezilya gibi ülkelerde son yıllarda yapılan siyasi operasyonları mutlaka bu derecelendirme kuruluşları tamamlamaya çalışmışlardır. Özellikle 2012 ve 2013’ten sonra başlayan
BM Genel Kurulu nedeniyle geldiğimiz New York’ta şunu gözlemledim; ABD’nin Türkiye’ye yönelik tespit ve algısını kesinlikle siyasi alan ve iktisadi (iş-ticaret) alan diye ikiye ayırabiliriz. Siyasi alanda ABD, Türkiye’nin şimdiye değin yaptığından daha farklı olarak kendi çıkarlarını öne çıkaran bir politik hat izlemesini pek hazmetmiş görünmüyor. Bunun -geçici- şaşkınlığı var. Bu şaşkınlık kendileri için bir belirsizlik; tabii bu belirsizliğe bağlı olarak ilişkilerde “stratejik ortaklık” çerçevesini kapsamayan bir geri çekilmeyi ve temkinli yaklaşımı öteden beri izliyoruz. Ancak bunun geçici bir durum olacağını belirtelim.
ABD seçimlerinden sonra, ABD’nin hem Pasifik’te hem de Avrupa, Ortadoğu ve Kafkasya coğrafyasında daha belirgin ve yeni durumu kabul eden bir politika geliştireceğini söyleyebiliriz. Esasında, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, işin ekonomi tarafı şimdiden bu durumu anlatıyor. Fed’in ABD seçimlerine kadar faiz artıramayacağını hep söyledik; bu ay da değişen bir şey olmadı. Fed’in faiz artırması yalnız ekonomik bir hamle değildir, aynı zamanda, bu mesele son derece politik bir meseledir. Çünkü Fed’in faiz artırması ABD’nin hem Pasifik’te hem de Ortadoğu ve Latin
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu için ABD’deyiz. New York’ta devam eden BM Genel Kurulu’nda dün Cumhurbaşkanı Erdoğan tarihi bir konuşma yaptı. Bu konuşma, hiç şüphesiz ki bir önceki yazımızda belirttiğimiz Doğu’dan başlayan bir yeni dünya düzeninin ilk manifestosu sayılabilir. Mülteci sorunundan yoksullar için refaha, gelişmekte olan ülkelere yönelik kriz ihracından bölgesel savaşlara değin birçok güncel insanlık sorununu dile getirirken bunların çözümü için de “Dünya beşten büyüktür” formülünü öne çıkaran bir konuşmaydı bu...
Esasında, ABD’nin şu New York kenti söze yazıya gerek kalmaksızın çok şeyi anlatıyor. En azından Erdoğan’ın “Böyle devam edemezsiniz, ederseniz hepimiz altında kalırız” ısrarını yansıtıyor.
Şu New York...
Ünlü Çek yazar Franz Kafka, ABD’ye hiç gitmemiş ama ölümünden sonra yayımlanan ilk romanının adı Amerika... Kafka bu romanda hiç gitmediği ama hayal ettiği Amerika’yı anlatmış... Hayaller gerçekten daha gerçektir, çünkü onlar şimdiki zamanı değil, aynı zamanda, geleceği de anlatır. Bunun için gerçekten daha gerçektir. “Amerika” romanının kahramanı Karl, New York limanına girerken Özgürlük Heykeli’ne bakar ve “Amma da yüksekmiş” der. Ama Kafka’nın müthiş
Birleşmiş Milletler 71. Genel Kurulu ABD’de başladı. 24 Eylül’e kadar sürecek Genel Kurul faaliyetlerinde Türkiye, en üst düzeyde, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile temsil edilecek. Cumhurbaşkanı’nın ABD New York temasları, BM Genel Kurulu çalışmaları dışında da Türkiye-ABD ilişkileri kapsamında değerlendirilmelidir.
Ancak şunu söylemek gerekir ki Türkiye’nin, son yıllarda ABD ile ilişkilerinin seyri Erdoğan’ın BM konusunda yaptığı çıkışlardan ve buradaki vizyonundan ayrı tutulamaz.
Sanıyorum bu vizyonu biz en somut olarak Cumhurbaşkanı’nın bundan iki yıl önce 69. Genel Kurul’da yaptığı konuşmada görürüz. Esasında bu konuşma, yalnız Türkiye için değil, bütün gelişmekte olan ülkeler için bir yol haritası niteliğindeydi ve Erdoğan Türkiye’sinin, 2. Dünya Savaşı sonrası ABD öncülüğünde tesis edilen hiyerarşiyi artık sorgusuz kabul etmeyeceğini gösteren bir başlangıçtı. Zaten bu tarihten sonraki gelişmelere baktığımızda da ABD’nin bu çıkışa verdiği tepkiyi çok somut olarak görürüz.
Tabii benim işim gereği izlediğim alan ekonomi... Bu çerçevede Türkiye’nin yine bu tarihten sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan ile belirginleşmeye başlayan yeni bir büyüme ve ekonomik çıkış yakalama gayreti de aynı