Dünkü yazımızda, Türkiye’nin içinde bulunduğu kritik dönemde kamu bürokrasisinin önemine değinmiştik. Peki, bu dönemde özel kesim ne yapmalı? Aşağıda bu soruya cevap vermeye çalıştık.
Türkiye ekonomisinin ve ekonomik potansiyelinin hiç de hak etmediği art niyetli algı operasyonlarına, öteden beri, uğradığını biliyoruz. Türkiye ekonomisindeki asıl sorunları görmezden gelen, ancak hiç olmayacak meseleleri kriz diye anlatan geniş, hayli de örgütlü bir kesim var. Bu kesimin Türkiye’deki bütün terör olaylarından sonra iç ve dış basında Türkiye’de ekonominin çöktüğünü anlatmaya başlaması da bu kesimin örgütlü gücünü nereden aldığını bize anlatıyor.
Türkiye ekonomisinin çökmesini bekleyen bu güce Türkiye’nin vereceği cevap aynı zamanda teröre verilecek cevap anlamına da gelecektir.
Dün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da söylediği gibi, kamu kesiminden başlayan ama iş çevrelerinin ısrarla sürdüreceği yeni bir çıkışa ihtiyaç vardır.
15 Temmuz’dan sonra iş dünyası hem örgütlü yapılarıyla hem de bireysel olarak tüm dünyada, özellikle gelişmiş ülkelerin başkentlerinde Türkiye’nin potansiyelini ve 15 Temmuz’un gerçek yüzünü anlattı. Bu, Türkiye tarihi için bir ilkti. Çünkü Türkiye’de sermaye kesiminin
Şimdiye değin, uzunca bir süredir, dünyanın ve en çok da içinde bulunduğumuz bölgenin olağanüstü bir değişim girdabının içinde olduğumuzu biliyorduk ama son bir yıldır olan biten “olağanüstü” kavramını da aşan yeni bir zamanı sanki- bize anlatıyor. Böyle dönemler, ak ile karayı olduğu gibi ortaya çıkaran dönemlerdir; bu dönemlerde gri yoktur; ya içindesindir çemberin ya dışında...
Belki şöyle de söyleyebiliriz; bir zaman dilimi bitti ama o eski zamanın ruhu hâlâ içimizde, aramızda olduğu için biz ne eskinin bittiğini anlayabildik ne de yeni geleni görebildik. Hiç şüphesiz bu yeni bir dönem. Bir dünyadan bir başkasına geçiyoruz. O zaman şimdiki bu zamanı (durumu) eski zamanın kurumları ve anlayışıyla karşılayamazsınız.
Şunu teslim etmek zorundayız; tam bugün insanlar, kurumlar, iktisadi yapılar, siyasi partiler zamanın ruhuna suçüstü yakalanmışlardır. Zamanın ruhu, onları deşifre ediyor ve gerçekte kim olduklarını ortaya çıkartıyor. Tam burada şunu da söylemek istiyorum; içinde bulunduğumuz zaman -dönüşüm- şimdiye kadar insanlığı alıp sürükleyen bütün dönüşüm fırtınalarından daha kapsamlı ve kökten... İçinde bulunduğumuz bu büyük kara delikten çıktığımız zaman, hiç şüphesiz çok başka
Bugün 2017’nin ilk günü... Beklentiler büyük... Çünkü 2016’nın hem Türkiye hem de dünya tarihine insanlık için, bir daha olmaması için dua edeceğimiz günler bıraktığını biliyoruz. Ancak 2016 yılı bütün kötülükleri gün ışığına çıkaran bir turnusol kağıdı da oldu. 15 Temmuz’u yaşayacağımıza kim inanırdı; ama yaşadık ve bu kötülüğü tarihe gömdük.
Ancak ben 15 Temmuz “kötülüğünün” yalnız operasyonel gücünün kırıldığını, ideolojik, fiziksel gücünün devam ettiğini düşünüyorum.
Biz geçtiğimiz yıl 15 Temmuz’u operasyonel olarak ele aldık ve bunun arkasındaki FETÖ yapılanmasını yine örgütsel olarak deşifre etmeye, anlamaya, çözmeye çalıştık. Ancak 15 Temmuz’un arkasındaki küresel yapının ve onun operasyonel maşası FETÖ’nün ideolojik kaynaklarını ele almadık.
Gerici Restorasyon
15 Temmuz’dan hemen sonra, ABD kaynaklı dolar konsolidasyonuna bağlı olarak, gelişmekte olan ülkelerde yerel paraların dolar karşısında hızlı değer yitirmesini izledik.
2016 yılını bitiriyoruz; bu yıl olan bitene bakıldığında 2017 için belirsizliklerin -gri alanların- yoğun olacağını söyleyebiliriz. Ancak 2017 yılı çözümlerin de önümüze -adeta- düştüğü bir yıl olacak.
Türkiye’deki anayasa değişikliği ve buna bağlı olarak sistemin ekonomik ve siyasi olarak yenilenmesi, kaosun devam edeceği bir dünyada Türkiye için büyük bir avantaj olacak.
Şimdilerde 2017 yılının siyasi ve ekonomik risk haritasını çıkartan bir çok değerlendirme okuyorum. ABD için Trump riski ön plana çıkarken, AB için halen çözülemeyen kriz, İngiltere’nin Brexit süreci küresel risklerin ilk sıralarında yer alıyor.
Japonya...
Öte yandan, Pasifik’te de işler pek iyi değil. Çin meselesi Batı için tek başına ayrı bir kriz dinamiği ama Japonya’da bile gerçek anlamda bir toparlanma gerçekleşmedi. Geçen hafta Japonya Merkez Bankası (BOJ) Başkanı Kuroda, Japonya’nın deflasyona girip girmeyeceğinden henüz emin olmadıklarını, yüzde 2’lik enflasyon hedefine, 2. tur genişlemede ulaşmaya çalışacaklarını söyledi. Kuroda, düşük potansiyel büyümenin, durgunluğu derinleştireceğinin de altını çiziyor. Japonya yenilikçi bir ekonomi fakat buna rağmen kendi krizini aşamıyor. Geleneksel iktisat, yenilikçi
Şimdiye değin Londra, New York ve Frankfurt gibi merkezlerden dünya ekonomisini yönetenler yolun sonuna geldiklerini görmeye başladılar. Dolayısıyla, kendileriyle birlikte gelişmekte olan ülkeleri de uçuruma sürüklemek ve çöküşün, tıpkı 1929 krizinde olduğu gibi, bir kerede ve topyekûn olmasını sağlamak gibi bir çabaları var. Bunun için de kullandıkları en önemli araç medya ağı... Ellerindeki medya organlarıyla her gün, 2008 krizinden etkilenmeyen hatta bu krizi fırsata çeviren ülkelere, operasyon çekiyorlar. Türkiye’nin, G. Kore’nin, BRIC ülkelerinin ekonomilerinin yakında çökeceğini söyleyip duruyorlar. Enflasyon, cari açık vb verilerden bir şey çıkmayınca siyasi çalkantılara, teröre sarılıyorlar. Bu da olmayınca, “Bekleyin, bugün yarın sermaye kontrolü getirecekler” diye hiç aslı astarı olmayan haberleri manşetlerine taşıyorlar. Zaten böyle bir haber yapıldıktan sonra, bunu yalanlamak bile ciddiye aldığınızı göstereceği için, size gölü atmış sayıyorlar kendilerini...
Yeni-detant...
Öncelikle artık şu gelişmiş ülke, gelişmekte olan ülke kavramlarına itiraz etmemiz gerekiyor. Bugün kapitalizm 19. ve 20. yüzyıllardaki krizlerinden çok daha ağır bir krizi yaşıyor ve bu kriz,
Anadolu Ajansı, geçen hafta, ABD’nin borç durumunu anlatan, çok önemli bir haber-analiz yapmış.
Yetmişli, seksenli hatta doksanlı yıllarda IMF ile, sonra da derecelendirme kurumlarıyla gelişmekte olan ülkelere dış borcu üzerinden ekonomik operasyonlar çeken ABD merkezli sermaye çevreleri, ABD’nin kâğıttan imparatorluk olduğunu sır gibi sakladılar. AA’nın analizi, ABD’nin milli gelirinden daha fazla -özel kesim hariç- dolar borcunun olduğunun altını çizerek, çok üzerinde durmadığımız bir gerçeği bize hatırlatıyor. Bu gerçek, aynı zamanda, şimdi geride bıraktığımız bir paradigmayı bize anlatıyor.
“ABD’nin yıllık 18.5 trilyon dolarlık milli gelirine karşın özel sektör hariç 19.9 trilyon dolar borcu var. Türkiye’nin rezervlerinde 58.3 milyar dolar değerinde ABD tahvil ve bonosu bulunuyor.”
ABD Hazine Bakanlığı verilerine göre, Aralık 2016’da dünyanın en büyük ekonomisinde kişi başına düşen borç 61 bin dolardan fazla bir miktara denk geliyor.
Ülkenin borcunun en büyük kesimini yaklaşık 14 trilyon dolarla kendi vatandaşına, eyalet yönetimlerine, bankalara, sigorta şirketlerine, yatırım fonlarına, emeklilik fonlarına ve merkez bankası Fed’e olan borçlar, gerisini ise (6 trilyon dolar üzeri)
Amerikan Merkez Bankası (Fed) beklenen faiz artışını (25 baz puanla hayli utangaçça) yaptı çünkü küresel finans piyasası bütün hesap kitabını, utangaç da olsa yapılacak bir artış üzerine kurgulamıştı. Yani moda deyimle, “Piyasalar faiz artışını satın aldı.” Dolayısıyla, Fed’in faiz artışının etkisi, özellikle gelişmekte olan ülkeler için, çok güçlü olmayacak. Zaten ABD uzunca bir süredir dünya ticaretinde doların kademeli olarak devre dışı kalmasını kendisi için bir finansman sorunu olarak görüyor ve doların değerini yüksek tutarak bunu önlemeye çalışıyor. Mesela BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) ülkeleri arasında yapılan ticarette devre dışı kalan dolar miktarı her geçen yıl artıyor. Bundan dolayıdır ki 2. Dünya Savaşı sonrası oluşturulan dolara bağlı Amerikan egemenliği çemberinde olan “eski” sermaye yapısı, yeni ticari, ekonomik ve siyasi birlikleri engellemek, bu birlikleri oluşturacak ülkeleri yeni bir savaş girdabının içine sokmak için her türü yolu deniyor. Şimdilerde terör örgütleriyle yürütülen savaş, özünde, tıpkı 2. Dünya Savaşı gibi, bir paylaşım savaşıdır. Terör örgütleri bu post-konvansiyonel savaşın paramiliter ordularıdır.
Bundan dolayıdır ki dün
2016 yılının son ayındayız ve bu yıl insanlık, şu son günlerine kadar, Türkiye’ye karşı başlatılan yeni bir savaşa tanık oldu. 15 Temmuz’da FETÖ’nün örgütlediği darbe girişimi bu post-konvansiyonel savaşın en stratejik hamlesiydi.
Bu darbe girişimi öncesi ve sonrası gerçekleşen -son Beşiktaş saldırısı dahil- bütün terör eylemleri 15 Temmuz’un öncüsü ve devamcısı olan eylemlerdir. İşte tam burada 15 Temmuz esasında neyi amaçlıyordu, buna yeniden bakmak gerekiyor...
Dün TÜİK 2016 yılı 3. çeyrek büyüme verilerini açıkladı. Bu veriler TÜİK’in ulusal hesaplar konusunda AB yönetmeliklerine (ESA 2010) uygun olarak yapılan revizyon çalışmaları kapsamında yapılan yöntem değişikliği sonucu elde edildi. Böyle olunca, önceki yıllarda, yeni yöntemle artan büyüme rakamları baz alındı. Böylece baz etkisiyle yıllık büyümede biz beklenenden düşük bir veri elde ettik. “Buna göre, gayri safi yurt içi hasıla tahmini, zincirlenmiş hacim endeksi olarak, bu yılın üçüncü çeyreğinde geçen yılın aynı çeyreğine göre yüzde 1.8 azaldı.”
15 Temmuz etkisi
Ancak, yöntem değişikliğine bağlı olarak, yıllık bazda göreli düşük bir veri elde etmemizin pek önemi yok; burada önemli olan Türkiye’nin niceliksel olduğu kadar