Merkez Hakem Kurulu başkanı Lale Orta’nın tarzını samimi buluyorum. Kötü niyet yok içinde. Ancak futbol kültürümüz aynı olgunlukta değil. İsteyen istediği yerden tutup çekiştirebiliyor.
İki hafta önce Galatsaray - Kasımpaşaspor maçındaki tartışmalı bir pozisyonla ilgili değerlendirmesi gündem olan Orta, Fenerbahçe - Beşiktaş derbisinde Arda’nın aldığı penaltının yanlış olduğunu açıklayarak bir kez daha şimşekleri üzerine çekti.
Bir MHK başkanı elbette yetki alanındaki konular hakkında görüş belirtebilir. Doğruya doğru, yanlışa yanlış demesi kadar doğal ne olabilir ki?
Ama kazın ayağı öyle değil. Arda Güler’in penaltısını “yanlış” olarak yorumlayan MHK başkanı, maçın hakemi Halil Umut Meler ile VAR odasındaki Alper Ulusoy’u istemeyerek de olsa kurtlar sofrasına attı resmen. Yapılacak şey belli idi. Ararsınız, kararın yanlış olduğunu söyler, cezasını tebliğ edersiniz. Bu düzeyde bir hakemi kamuoyu önünde rencide etmezsiniz. Sürekli kritik maçlarda görevlendirilen Meler hakkında geçen hafta
Yıllar sonra kazanılan şampiyonluktan sonra ne kadar da umutlanmıştı camia. Devamının gelmesi, Trabzonspor'un 70'li yılların ortasında başlayan Anadolu devrimini tekrarlaması bekleniyordu. Hayaller teker teker kabusa dönüştü. Önce şampiyonlar ligi ve Avrupa defteri kapandı, ardından süper lige havlu atıldı. Elde sadace Ziraat Türkiye Kupası kalmıştı. Hem prestij, hem hedefler açısından son kozu idi bordo-mavili ekibin. Lakin dün gece o da tükendi. Hem de ne skorla? Trabzonspor her kulvarda havlu atarken, kartvizitinde "kupa beyi" yazan Ankaragücü hak ettiği bir sonuçla yarı finalist olmayı başardı. Helal olsun Tolunay Kafkas ve öğrencilerine.
Tamam; tek maç üzerinden eleme yöntemi dikkatli olmayı gerektirir. Telafisi yok. Ama Trabzonspor adına son dönemlerde izlediğim en sıkıcı, en keyifsiz müsabakalardan biri idi. Markovic'in hazırladığı, Abdülkadir Ömür'ün bitirdiği pozisyon dışında ne yaptığı bilen kimler vardı? Ankaragücü geriye düştükten sonra daha cesur ve istekli göründü, ilk yarının son anlarında yakaladığı iki fırsat vardı,
Şampiyonluk baskısı ve küme düşme kaygısı yaşanmayınca, süper ligde de keyifli maçlar izleme şansımız oluyor. Nedir keyifli maç? Hatası fazladır ama sıkmayan oyun, çok aksiyon, bol gol ve pozisyon bekler insanlar.
Dün Trabzon’da ağzımıza bir parmak bal çalan böyle bir müsabaka seyrettik. Tekrarı zor sanırım. Ama hakkını vermeliyim; transfer yasağı, yolları ayıran isimler ve sakatlıklara karşın Çağdaş Atan’ın takımı her türlü övgüyü hak ediyor. Zorlu bir deplasmanda sergilediği karakter ve galibiyet alkışa değerdi.
Trabzonspor’da Ertuğrul Doğan başkanlığındaki yeni yönetim, bence mantıklı bir kararla sezon sonuna dek takımı Orhan Ak’a emanet etti. Maceraya ve masrafa ne gerek vardı, değil mi? Mevcut kadronun başında Abdullah Avcı olsa ne olurdu, yardımcısı devam etse ne değişirdi? Bu sezon yaşanan hayal kırıklığı üç günlük hikayeye bağlanamaz. Derin hesaplaşmalar olmalı. Hesaplar tutmadı, tercihler yanlıştı ve son şampiyon sıradanlaştı. Devam etmek için fantezi aranmamalı idi. Lakin bu durumu kabul etmek de güç.
Gelelim
Gerçekleri bir yabancı söyleyince ne kadar da alıngan oluyoruz.
Kanımıza dokunuyor galiba. Dokunmasın. Gerçeklerle yüzleşmek, hatalarımızı görmek, ders çıkarmak ve doğruyu bulmak zor geliyor çünkü. Ne yaşarsak yaşayalım, yerimizde sayıyor, sürekli patinaj yapıyoruz.
Slaven Bilic’den başlayalım. Beşiktaş’ı çalıştırdığı dönemde sadece futbolumuzu değil, toplumsal psikolojimizi de analiz etmişti Hırvat çalıştırıcı. Ne demişti Bilic? “Türkiye’de temel problem şu; bilgili olanların yetkisi yok, yetkisi olanların ise bilgisi yok.” Altına imza atılacak bir tespit.
Bilge insan aramayın. Fenerbahçe teknik direktörlüğüne getirilen Jorge Jesus da kısa sürede çözmüş bizi. Şimdilerde adı Brezilya milli takımı ile anılan Jesus’un tespitleri ilginçti; “Süper ligde maçlar sahada kazanılmıyor. Bu ligin sportif bir gerçekliği yok.” Utansak mı, tepki mi göstersek bilemedim. .
Son olarak A Milli Takım teknik direktörü Stefan Kuntz... Sadece aldığı milyonlarca euroya bakıp eleştirenler bir
Deprem felaketinden sonra ülkece kenetlenmiştik ya.
Futbolumuzun lokomotifi kulüplerimiz büyük bir dayanışma içine girmişti ya.
Ve acılardan çıkardığımız derslerin barış ortamına vesile olacağını sanmıştık ya.
Anladık ki tümü yalan rüzgarı imiş.
O günlerde şunu söylemiştim: “Dilerim ligler yeniden başladığında aynı hoşgörü devam eder. Umarım anlık, günlük, göstermelik kalmaz bu güzellikler. Umutlu muyum? Keşke diyeceğim ama, hayır.”
Son bir haftada yaşadıklarımıza bakınca, her şey ortada. Ne huylu huyundan vazgeçiyor, ne rekabetin vahşi kuralları değişiyor. Endişem, ortamın daha da sertleşmesi ve gerginliğin artması.
Eski bir siyasetçi geçmiş günahlarına kılıf ararken, “Tuğladan bir taş çekse idik, duvar yıkılırdı” demişti.
Trabzonspor olağanüstü kongreye gidiyor. Ahmet Ağaoğlu’nun istifasından sonra elini taşın altına koyacak tek aday çıktı, o da Ertuğrul Doğan. İşi kolay değil.
Neden mi? Önceki gün Denetleme Kurulu Başkanı Mahmut Ören görmezden gelinen gerçekleri açıkladı. 31 Ocak itibarıyla kulüp borcunun 2 milyar 835 milyon lira olduğunu duyurdu.
Yanlış okumadınız, 3 milyara yakın bir borç. Ören, kısa vadede ise 1 milyar 668 milyon lira ödeme yapılması gerektiğine işaret etti.
Bitmedi; başkan Mayıs ayı sonuna dek 31 milyon euro borç olduğuna dikkat çekerken, çarpıcı tespitlerde bulundu:
“Futbolcu ve teknik kadro maliyetlerimiz ile profesyonel faaliyet giderlerimizin ciddi rakamlara ulaştığı görülmektedir. Trabzonspor yönetimlerinin bugüne kadar yaptığı yüksek maliyetli transferlerle kurulan kadrolarda, fazla sayıda yabancı oyuncu bulunması ve sözleşmelerinin euro cinsinden yapılması nedeniyle, kur farkları ve kredi faizleri bugünkü ekonomik tabloya neden olmuştur.”
Bu ifadeler sıradan bir yöneticiye ait değil. Hani “Dost acı
Ligde hedefsiz kalmak büyük takımlar için en istenmeyecek senaryodur. Futbolcuyu motive edemezsiniz. Taraftar da mutlu değilse. Hele sezonun bitmesine daha 13 hafta varsa. İşkence gibi geçer zaman.
Trabzonspor böyle bir ruh hali içinde idi. Dolayısıyla Süper Lig’in son şampiyonu, on ayda vasat bir takım kimliğine bürünmüştü. Yaşananlar kabus gibi idi.
Bordo-mavili ekibin dünkü rakibi ligin dişli ekiplerinden Adana Demirspor oldu. İşin matematiğine bakarsak, Trabzonspor’un kalan maçlarda toplayacağı puanlarla ilk üçe girme şansı sürüyor. Sonuç gerçeği tescilledi. Vazgeçmemek gerek. Peki ısrarla soruyorum; daha önce nerede idiniz? Siz şampiyon takımın oyuncuları değil misiniz? Elbette bunu açıklayacak bir kaptanınız olacaktır. Uğurcan’ın yeri hep farklı. Soran olursa sen bu takımın başına gelmiş en güzel insansın. Sadece maçı değil, sezonu kurtardın.
Gelelim maça. Bazen oyunun kaderini yediğiniz goller değil, sorumsuz oyuncularınız belirler. Trabzonspor maçın hemen başında Yusuf Yazıcı ile öne
Trabzonspor trajik günler yaşıyor. Kimin aklına gelirdi son şampiyonun önce başkan Ahmet Ağaoğlu, ardından teknik direktör Abdullah Avcı ile vedalaşacağı?..
Oysa daha on ay önce tarihe geçen bir hikayenin başrol oyuncularıydı ikisi de.
Bakın; başarı kadar başarısızlık da futbolun kaderinde vardır. Bu gerçeği kabul edenler günü değil, yarını kurgular.
Lakin Trabzonspor camiası zordur. Üç büyüklere benzemez. Beklentisi yüksek, tez canlı, sabırsız, öfke ve sevinç duygularını aynı anda yaşayabilen, tarif edilemez bir ruh haline sahiptir.
Yirmi yıla yakındır takip ederim Trabzonspor’u. Takımı yenildiğinde hafta boyu yas tutan başka bir kent görmedim bu coğrafyada. Ağızları bıçak açmaz, esnafı hayata küser, taksicisi surat asar, uzun sokak sessizliğe bürünür.
Yaşam sevinci bordo-maviye endeksli bir toplumdan söz ediyorum. Bu tutku bazen zarar da veriyor kendine.
Evet; son şampiyon geçen yılki performansından uzak kaldı. Avrupa hedefleri şaştı, ligde işler iyi gitmedi, yönetim ciddi hatalar yaptı, maddi olarak sıkıntılı bir sürece girildi.