Michael Achenbaum ile 2009’da Baran Süzer sayesinde New York’ta tanışmıştım. Eskiden sadece kasapların olduğu, sonradan Pastis ile popüler hale gelen ve daha sonra Pastis’in kapanmasına rağmen popülaritesini Gansevoort, Soho House, Standard gibi otellerle ve çeşitli restoranlarla sürdüren bölgesi Meatpacking’de.
Hiç unutmuyorum, STK’de yemek ve sonra zamanın meşhur gece kulübü Kiss & Fly’da geceye devam edilmişti. Michael o zaman Miami, Los Angeles ve New York’ta şubeleri olan Gansevoort otellerinin sahibiydi. Beyonce, Rihanna, Kim Kardashian, Brad Pitt ve Jennifer Aniston gibi birçok celebrity’nin favorisi olan Hotel Gansevoort’u babası William Achenbaum ile ilk 2004’te açmıştı.
Banksy ve Mick Rock eserleriyle süslü
Michael aynı zamanda da Meatpacking’de birçok mekanın mal sahibi. Tanıştığımızda, İstanbul’da bir Gansevoort açmayı çok istiyordu. “New York’tan sonra favori şehrim İstanbul” diyordu. Çok yakın Türk arkadaşları sayesinde İstanbul sosyal hayatına son derece hakimdi. İstanbul’da istediği gibi bir proje yapamadı ama ABD dışına Londra’daki The Curtain projesiyle çıktı.
İngiliz GQ dergisinin yeme-içme ödülleri The Curtain’da Soho House’cuların The Ned’inin açılışından bir gece
Akdeniz Koruma Derneği’nden ilk Ayşegül Dinçkök’ün Derin Tutku ve Derin Tutku Air su altı fotoğraf sergileri sayesinde haberim oldu.
Sergilerden, Derin Tutku Air kitabından ve Taç işbirliğiyle yapılan ürünlerden elde edilen gelir Akdeniz Koruma Derneği’ne aktarılıyordu.
İlk sergide Egeli kadın balıkçılara destek oldu Derin Tutku, daha sonrasında ise Gökova Körfezi’nde balıkçılığa kapalı alanların korunmasını sağlamak için çalışan ‘Denizin Korucuları’ projesine.
Ayşegül Dinçkök’ün kurucuları arasında yer aldığı Akdeniz Koruma Derneği’nde Caroline-Mustafa Koç, Serdar Cümbüş gibi başka tanıdık isimler de vardı.
Bravo Zafer Kızılkaya!
Hepsini bu dernek çatısı altında bir araya getiren, su altına duydukları ilgi ve hayranlıktı.
Ve bu hayranlığı da hem onlara aşılayan, hem de sonsuz bilgisini onlarla paylaşan Zafer Kızılkaya’ydı.
Zafer Kızılkaya’yı da Ayşegül Dinçkök sayesinde tanıdım ve işinde ne kadar ciddi ve titiz olduğunu görme fırsatım oldu.
Aylarca Mikonos’a, Paris’e kaçtı söylentilerini dinledik, aylar sonra İstanbul’da yakalandı Deniz Seki.
Sanki müthiş gizli bir operasyon yürütülmüş, filmlerdeki gibi takipler kovalamacalar yaşanmış ve hiç olmayacak bir yerde yakalanmış gibi büyük bir başarıdan söz edildi.
Oysa hep birlikte gördük, Deniz Seki kaçmadı aslında...
Evet, teslim olmadı ama daha önce yaşadıklarından sonra, kendi dediği gibi “Hapishaneyi gördükten sonra”, ailesiyle bile görüşmesine izin verilmediği günlerde hapishane fotoğrafları bile gazetelere düştükten sonra, doğrusu kendi kendine gidip teslim olmasını kim bekleyebilirdi ki?
‘Kaderini yaşa ya da...’
Deniz Seki yakalandığında, belki de ilk defa bir firari yakalandığı için bu kadar üzüldük.
Nedeni belliydi: Hem suçlu olduğuna inanmadık, inanamadık, hem de suçlu olduğuna inandıklarımız dışarıda rahat rahat gezerken, onun bu kadar ağır bir ceza çekmesini anlamsız bulduk.
Kendisine zarar vermiş olabilir, böyle durumlarda hapis cezası yerine bir tedavi süreci de uygulanabilir diye düşündük.
Nicole Kidman Bodrum’a gelmiş, Paramount stüdyolarının adını taşıyan Torba’daki otelin tanıtımı için.
Ünlü isimleri Bodrum’da görmeye alışığız.
Sadece marka tanıtımları için değil, kendi tatilleri için de gelenlerin sayısı çok.
Rahmetli Ahmet Ertegün’ün bir dönem ağırladığı isimleri de unutmamak lazım tabii.
Halikarnas’ın kapanmasıyla bu isimler de yakın zamanda tekrar gündeme geldi.
Nicole Kidman’ın da Bodrum’a gelmesi özellikle bu dönemde güzel bir haber.
Ama bir otel açılışı için yüzbinlerce dolar dökülerek özel uçakla gelmesi ve buna rağmen sadece 5 saat 15 dakikada ülkeden ayrılması, doğrusu ne otele, ne Bodrum’a, ne Türkiye’ye bir geri dönüş sağlıyor.
Aksine, bir Hollywood yıldızına bu kadar para verip de 1 gece bile otelde kalmaya razı edememek, “Acaba güvenlik konusunda mı endişeliydi, niye daha uzun kalmadı?” hissini yaratıyor.
Evet, her geçen gün daha da yükselen bir merak var sağlıklı yaşama. Sosyal hayatta en çok konuşulan iki tezat konu: Sağlıklı beslenme ve yeme-içme mekanları.
Modern insanın en büyük stres kaynaklarından biri sağlıklı yaşam ve fitlik peşinde kan, ter, gözyaşı dökerken sosyal hayattan da geri kalmamak için verilen büyük mücadele. Üstelik bu mücadelede yıllarca bize öğretilen birçok bilginin daha sonra yanlış olduğu da ortaya çıkıyor. Senelerce kolesterol bombası diye uzak durulan yumurta daha sonra protein kaynağı olarak beslenme planlarının merkezine oturdu. Daha sonra ise orta yol bulundu, yumurtanın sarısından vazgeçilip beyazına yüklenildi.
3 trilyon dolarlık pazar
Dönem dönem değişiyor işte beslenme alışkanlıkları gibi, beslenme doğruları ve yanlışları da. Uzun zamandır hepimize tekrarlanan bir “ara öğün” öğüdü vardı. Az az, sık sık beslenmek daha doğru deniliyordu. Üç ana öğüne, iki de ara öğün eklenmişti itinayla. Sözde hepimiz tığ gibi olacaktık bu ara öğünler sayesinde.
Sonuç, sağlık sorunu özellikle hipoglisemi sorunu olmayanlar, ara öğünlerin faydasını görmedi.
Aksine daha çok yemek yemeye başladı ve faydasından çok zararını gördü.
Şimdi de 2017 yazı öncesinde en çok detokslar
“Bir adet tropikal meyve nasıl postmodern bir başyapıta dönüştü?” diye soruyor New York Times’tan Dan Bilefsky.
İki öğrenci Loyd Jack ve Ruairi Gray, İskoçya’da Robert Gordon Üniversitesi’nde bir sergiye gidiyor.
Sergide boş bir masanın üstüne marketten aldıkları bir ananası yerleştiriyorlar, tamamen espri amacıyla.
Birkaç gün sonra sergiyi tekrar gezdiklerinde şaşırıyorlar, marketten 1 pound’a satın alıp müzede bıraktıkları ananas cam bir çerçevenin içine alınmış ve sanat eseri olarak sergileniyor.
Daha sonra 22 yaşındaki işletme öğrencisi Loyd Jack, ananasın fotoğrafını Twitter’da paylaşıyor “Ben sanat yaptım” cümlesiyle.
Kısa sürede like’lar yağmaya başlıyor, ananas ve dolayısıyla iki öğrenci sosyal medya fenomeni haline geliyorlar.
Zaten bu dijital devirde tamamen bunun için yapıldığını düşünenler, kavramsal sanatla dalga geçenler ya da bu fikri tamamen dâhiyane bulanlar da var.
Tamamen küratörün işgüzarlığı diyenler de oluyor.
29 yaşında kolon kanserine yakalanıyor, 33 yaşında meme kanserine... İkisini de atlatıyor.
İki kızı oluyor.
40 yaşında, kızlarının babası, tanınmış sanat galerisi sahibi eşinden ayrılıyor.
45 yaşında, 21 yaşında yakışıklı bir oyuncuyla evleniyor.
İki kızı daha oluyor.
Şimdi 50 yaşında, 4 kızı ve 26 yaşındaki eşiyle mutlu mesut Londra-Los Angeles hattında yaşıyor.
O çalışırken eşi kızlara bakıyor.
Peki ama kimden bahsediyorum?
İstanbul yeme-içme hayatında yemek her zaman ikinci planda kalır.
Merkezi lokasyon, görme-görünmeye uygun ortam daha önemlidir.
Vasat bir yemeğe fahiş fiyatlar vermek çoğu zaman şaşırtmaz.
Genelinden memnun kalındıysa, yemek çok iyi olmasa da olur.
Daha en başından bunun aksini savunan iki restoran peş peşe açıldı.
Biri Maçka’da La Petite Maison’du, diğeri ise Zorlu Center’da Ristorante Italia di Massimo Bottura.
Massimo Bottura’nın restoranı kapanmak zorunda kaldı, La Petite Maison ise bu hafta itibarıyla taşındı.