Konuşturan Şenay Düdek, konuşanlar da ikisi. Türkiye’yi özlemiyorlarmış, özledikleri arkadaşları (etrafındaki kalabalıkları kast ediyorlar herhalde). Unuttuğumuza göre diyorlar, alıştık herhalde (İtalya’ya). Inter’i, Galatasaray ile, San Siro’yu Ali Sami Yen ile karşılaştırabilirler. Ama Milano ile İstanbul’u denemesinler bile. Konusunu, komşusunu, Duomo’sunu (Kilise), Scala’sını (Tiyatro binası) çıkartırsanız geriye ne kalır allahaşkına. Belki bir Nişantaşı. O da İstanbul’un içinde var zaten (Ne vize, ne dolar, ne euro üstelik). O unuttukları İstanbul’un içinde üstelik bir Monaco da var. Çıkartın kralını, kraliçesini, prensini, prensesini, Formula 1’i, onun sponsorlarını, mesela Moda’nın içine koyun. Sonra söyleyin bakalım, Monaco mu, Moda mı? Veya Beyoğlu. O da Roma diyelim. İşte Capri Adası ya da Heybeli’si, Kınalı’sı, Burgaz’ı veya Büyükada’sı.
Uzatmayalım. Bu ikisi, buralardan uzakta kalmış (Florya). Şimdi daha da uzaktalar. Hatırlatalım dedim. Üstelik oralarda Milano mu, İstanbul mu? derseler, ilk tepki Milanolu’dan gelir zaten. Estağfurullah denir. Çünkü İstanbul’u o ikisinden daha iyi bilirler.
Salı akşamı onlardaydım, onlarlaydım da. Büyükdere’deki yeni evlerinde. Biliyorum meraklısınız. Merak da edersiniz. O zaman, işte o gece.
Önce evleri. Üçüncü kattan beşincisine çıkarken asansör bekliyoruz (Eve bak, eve denen evler gibi bir ev). Tuhaf olan evin içinde asansör olması gibi gelse de size, daha tuhafı evi içi asansörün her geldiğinde içinin dolu olması (Evin nüfusu). Sonra onlar. Aynı evde oturuyorlar, ama ayrı evlerde otursalar, belki daha sık karşılaşırlardı. Hiç olmazsa Ulus’ta, Etiler’de, Akmerkez’de arada sırada rastlaşırlardı. İkisini evlerinde görmelisiniz. Belki de görmemelisiniz.
Evde Hülya ve Kaya gibiler. Dışarda Kaya Çilingiroğlu ve Hülya Avşar oluyorlar. Evet ben onları seviyorum. Ama Hülya ve Kaya’yı, daha çok seviyorum.
Çocuk o büyümüş de, küçülmüşlerden gibiydi. Hani mocuk denilenlerden. 12 - 13 yaşlarındaydı ve Fenerbahçeliydi. Bilgin abi neden üçlü defans oynamıyorlar dedi. "Sana ne be" dedim, "Antrenör müsün?". "Değilim, ama o kadarını anlıyorum". Bildiği, Fenerbahçe’nin üçlü oynaması gerektiğiydi. Bilmediği de ona bunun bu yaşta, hatta belki hiçbir yaşta gerekmediğiydi. O baskı altında maç seyretmek. Bir antrenör gibi. Tabii rahatsız, tabii huzursuz ve tabii mutsuz. Ne seyirciliği biliyorlar, ne de seyirci olmanın keyfini sürüyorlar.
Madrid’den bize ne
O oynamalı veya bu oynamamalı denen günlerden nerelere gelmişiz. Yok pres neden yapılmıyor, yok alanlar neden daralmıyor. Onun için Rapajc, Revivo yan yana yoklar. Hatta hiç yoklar. Onun için Sergen - Tümer aynı anda yok. Onun için Türkiye’nin topla en spektaküler olanına "go home" diye bağırıyoruz (Felipe). Onun için Tayfur, Cihan, Johnson gibi düzler sivriliyor. Real Madrid’e bile bulaşıyoruz. Figo, Zidane, Ronaldo, Raul yan yana oynar mı? Oynatamıyoruz, oynatanlara da kızıyoruz. Kopenhag’da üstelik Arsenal’e karşı Hagi, Arif, Hakan ile üç forvet oynadığımız günlerden 2002’deki çoğu tek forvetli takımlardan oluşan ligimize dönüyoruz. İlk devre 60 golü bulması gereken Beşiktaş, aradığı golü 60’dan sonra buluyor, ya da bulamıyor.
Cem Karaca ile bağlayalım. Ama Fenerbahçelisiyle değil tabii. Ne diyordu şarkısında, "İşçisin sen, işçi kal, giy deri tulumları"... Ya da, seyircisin sen seyirci kal, giy dedi formaları... Bilmem anlatabildim mi...
Ya...
Ne cepi, ne mepi, ne de oraların map’i (harita), ne de o map’teki o küçüğün yeri. Hepsi fasa fiso.
Ya...
Resmi evde, cismi o map’te (?), ismi de bu köşede.
Ya da...
Daha net. Onu seviyorum. Ve her erkeğin karşısına hayatı boyunca bir kere çıkabilecek (belki hiç çıkmaz) o Napoliten sevgilime bile bunu söyleyebildiğim için, kendimi de seviyorum. Bu köşenin içindeki şu köşeciği işte bunun için çok seviyorum.
Turizmin içinde turist olarak bulunduğunuzdan (sizin ifadeniz) daha çok bulunduğum için, turizmin içinde turist olarak bulunandan daha çok bulunan bir turizm bakanı bulunamadığı için ve şart mıydı sizin turizm bakanı olmanız, bunu anlayamadığım için, bu köşenin içindeki şu köşecik, turizmin içinde turist olarak bulunandan daha çok bulunan bir bakan bulamayanlara da isyan etmek için, yani bugün de sizin için.
İbo’yu, Hido’yu, Emre’yi (Interli) ben de pazarlarım. Peki Darüşşafakalı basketbolcu Emre. Ve kaybolan iki senesi.
Konumuz menajerleri Tolga Tuğsavul değil tabii ki. Ya da Nur Gencer. Hani o Hüseyin Beşok’u iki yıl İsrail’de basketbolsuzluğa iten. Mehmet Okur’u satmak kolay oldu da. Peki Darüşşafakalı Orhan Güler nerelerde, kayboldu. Şemsettin Baş’ı Avrupa diye Saratov’a gönderenlerin ayıbı mı, ya da en iyi zamanında Hakan Şükür’ü yanlış ülkeye pazarlanmasından Türk futbolunun kaybı mı? Oktay ve Las Palmas macerası mı? Bursalı Okan’ın Marsilyalı günleri, Xanthi midir nedir, oralara gönderilen Fenerbahçeli Kemalettin mi? Belçika’da yok olan Galatasaraylılar mı? (Sol açık Osman, kaleci Volkan, Mehmet Gönülaçar). Oyuncuyu ne olursa olsun pazarlamak mı yoksa doğru yere pazarlamak mı? İşte şimdi de Şaş ve Mansız. Hem kafalarını bulanıyor, hem de futbolları sulanıyor.
SERİ İLANLAR
Pazartesi - Çarşamba 09.30 - 10.00 Radyo D’de
Cuma’ları ise Milliyet’teyiz (Başka şubemiz yoktur.)
İmza: Köyün Delisi
Fenerbahçe medyadaki ‘anonscuların’ isimlerini niye açıkla-ya-mıyor?
21 Mayıs 2010
'Süper Çöplük'ten nemalanan süper yorumcular, süper başkanlar
14 Mayıs 2010
Ankaragücü ve Trabzon Fenerbahçe'ye yatacak mı, dükkanı kapatalım mı?
7 Mayıs 2010
Galatasaray Liseli olunca insan hakları, 'Jbüşüst liseli' olunca hayvan hakları mı?
30 Nisan 2010