<#comment>#comment>Kuyruklu bir yıldızın fena halde etkisi altındayız herhalde. Yoksa o BBG evindeki 24 hours (24 saat) siyah simsiyah takımlı ev tipi kabadayı bu kadar in olur muydu? (Şimdi out galiba). Ona posta buna tavır, bol tehdit, bol bol şantaj hatta taciz... Sonra bölgelerden gelen oylarda en çok oyu o alır mıydı? Ya da Doktor Ahmet Çakar, o günden sadece üç gün sonra hem de NTV’de "Bu haftanın en çok konuşulan kişisi sizsiniz" denip primlendirilir miydi?
İzleyici olduğumu iliklerime kadar hissettiğim bir geceydi, o gece. Ne olacağını bilememek, kestirememek, heyecanlanıp terlemek evet ne geceydi o gece. O şimdi vurur mu? Veya öbürü hala o stüdyoda durur mu? Ya da bunlar da yutulur mu? Oğuz Çetin bağlanmaz demiştim, bağlanmıştı. Mahmut Uslu uzatmaz demiştim, uzatmıştı. Başka bir yönetici takılmaz demiştim, Kutlualp takılmıştı. Ziya Şengül çekip gider demiştim, çekip gitmemişti. İlyas gelmez demiştim, gelmişti. Tehditten söz etmez demiştim, söz etmişti. Ne desem tersi çıkmıştı.
G8 ülkelerinin televizyonlarının spor programlarında, bir programcının ömrüne sığmayacak olaylar, bir geceye sığıyordu. Hatta sığmıyordu. Birgün sonra aynı kanalda, "Sırrı’nın devamı haftaya"
<#comment>#comment>Turizmin içinde turist olarak bulunduğunuzdan (sizin ifadeniz) daha çok bulunduğum için, turizmin içinde turist olarak bulunandan daha çok bulunan bir turizm bakanı bulunamadığı için ve şart mıydı sizin bakan olmanız, bunu anlayamadığım için. Kısaca hem sizin, hem de Türk turizmi için bu köşenin içindeki şu köşecik bugün de sizin için...
Diyarbakır surlarının önündeydik. Çin’dekinden sonra en uzunu bunlar demişti Diyarbakır Emniyet Müdürü rahmetli Gaffar Okkan. Şaşırmıştım. İnanmamıştım da. İstanbul’a dönünce bir - iki programda biraz da çekinerek anlattım Okkan’ın bana dediklerini. Sonra Hıncal Uluç, bir Galatasaray’la Diyarbakır seyahati sonrası yazdı. Ona da anlatmıştı Okkan, her gidene anlattığı gibi. Uluç, ben Hıncal Uluç olarak bu yaşta bunu bilmiyorsam bu benim kabahatim mi, yoksa bana bunu öğretmeyenlerin mi demişti... Bilmem anlatabildim mi ? Daha doğrusu ben anlatabildim de siz anlayabildiniz mi?
Hemen çık dedim kendi kendime. Çık git bu evden, bir daha da dönme. Öyle da yaptım zaten. Hemen çıktım. Ama hemen döndüm de. O an dönmesem, hiç dönemezdim belki de. Sakin ol oğlum dedim kendi kendime. Su bile içmeyeceksin bu evde. Evet, sakin ol.
<#comment>#comment>Tam dedim ki, sustu artık, oh çok şükür... O ne konuşan yine Hakan Şükür. İşte sistem, mistem yokmuş da, sistemi onlar yaratmışlarmış da, birinin tavuğuna mı kışt mı demişmiş neymiş...
Konuşturan da Gökmen Özdenak. Allah, Allah dedim durup dururken ne bu böyle patdadanak!
Röportaj herkesin merak ettiği sorunun da cevabını veriyordu. Hakan Şükür’ün niye istenmediğini...
Şükür şu anda Galatasaray’da olsaydı yine böyle konuşabilir miydi? Bir golünü kameralara anlatışını hala hatırlıyorum. Olağantüstü bir made in Hakan Şükür golü idi. Ben yalnızca kafayı dokundum demişti. Ortayı yapanı, ortaya yapana pası vereni, ortaya yapana pası vereni takıma koyan antrenörü, o antrenörü seçen başkanı, o başkanı seçenleri, o başkanı seçenleri doğuran anaları filan falan...
Bir ben hariç hemen hemen herkes bu müthiş gole ortaktı. Evet ne o zaman inandırıcıydı, ne de şimdi. Kimse Crespo’ya pres yap, ya da Raul’a çapraz koş ya da Vieri’ye geri gel diyor mu? Ne demişti Milano’daki Inter manyağı restorancı bana, sevgilimle yemek yerken?
"Turco yemeğin benden, o Ümit Davala’nın Milan’a penaltıyı attığı an (Galatasaray’ın UEFA Şampiyonu olduğu sene) Gördüğüm ilk
<#comment>#comment>Ne alaka, belki de kel alaka ama... Bu AKP nedir, ne değildir? Hani biraz sağ, biraz merkez sağ hatta biraz sol, belki hepsi belki hiçbiri, belki yeni yepyeni bir yol. Kısaca veya uzunca ne olursan ol, yeter ki oy veren bize oy veren ol. Evet, belki de kel alaka. Ama sporda mı siyasallaşıyor yoksa. Ya da siyaset mi sporlaşıyor. İşte Kombassan’ın Konyası, dünün dünü ve dünün dününün bir sonraki günü. Veya bugünün dünü. İşte Yimpaşland. Ya da Yimpaş city. Ya da Yimpaş’ın şehri. Mesela tuvaleti. Sağında solunda, önünde arkasında in yok, cin yok. Pardon in yok da cin var. O da gişede. Küçük 250 bin TL, ya büyük... Tuvaletler de mi Yimpaş’ın yoksa...
O Yimpaş’ın şehrinin takımının formasında da holding partisinin holdinginin reklamları var. Evet tuhaf olan yeni kavramlar birbiriyle karışık, ama barışıktı. Ve Galatasaray. Şimdi merak edersiniz, defansta dörtlü mü üçlü mü oynadılar. Ne ilgilendirirse sizi. Dörtlüydüler. Üstelik yeni bir dörtlü. Yeni adamlar yeni heyecanlar. Ankara’da soldaki Vedat, Yozgat’ta sağa. Ankara’daki iki yok, Emre ve Meksikalı Yozgat’ta var. Solda Hakan, o da tuhaf bir adam. Ya da ne biçim bir adam. Ya da biyonikimtırak bir adam. İleride Ümit
<#comment>#comment>Ayhan, Batista, Balic, hergün Ergün, Christian, Hakan sakattı. Biliyorsunuz işte önce Fener. Sonra Gençler. Ümit Davala, Arif kart sınırında. Üstüne üstlük hakem Ali Aydın. Haftaya Lucesculu Beşiktaş. Sonra Antep’te Antep. Sonra sonra, ikinci yarının ilk maçının, yani Samsun’da Samsun’un, ilk yarının son maçı gibi oynanacak olması...
Korkunun filmi gibi olan Galatasaray’ın filmi işte böyle başlıyordu Ankara’da. Hani klasik olsun, herşey vardı sanki de, bir Alfred Hitchcock yoktu. Derken, Ankaragücü’nün golü gelmez mi, hem de çok çok erken... Başkanı, yöneticisi, teknik direktörü, seyircisi, on biri zaten gergindi. Terim’in yanındakiler, mesela Emre, mesela Ümit Karan, mesela Meksikalı, Brezilyalı, Senegalli, hepsinden daha gergindi. Bu kadar çok yok yokken, onlar yine de yoksalar...
Yine topu kaptıran Mehmet Polat, yine geçilen Bülent Korkmaz, yine yiyen Mondragon’du. Yine daha yeni maç başladı derken, o kadar erken gol yiyen Galatasaray’ın puzzle’ı yine birleşiyordu galiba. Hakan Keleş ve Augustine yetmezmiş gibi, bir de demek ki, Mehmet Polat kontrol edilmeliydi. Ergün ve Hakan’sız solda Vedat solsuz, Galatasaray da bir bakıma sol kolsuz. İlk 45’te
<#comment>#comment>Altıncı dakikada 15 nolu made in USA İsviçreli uzunları çıktığında Hüseyin Beşok ile eşleşen 14 numaralarının boyu, İbo kadar filandı. Biraz 9 nolu Mrazek ki, o da galiba made in Çek, basketbolcu gibi olan, gerisi de vallahi yalan dolan. İşte hepsi hepsi bu kadar İsviçre. Birinci periyot bittiğinde Kaya’nın altı, İbo’nun beş, Haluk’un bir golü vardı. 12 Dev Adam, bırakın devi mevi, adam gibi bile oynamıyordu. Hatta en kötü 10 dakikalarından birini oynuyordu. Hala 12 - 8 öndeydi.
14’de ilk beşin, İbo hariç, dördü çıkmış, Örs oyunu belli ki, İbo’nun üzerine yıkmıştı. İki basketbol megolomanı Hido ve Mirsad yoktu. Mehmet de, Detroit’teydi. Bir şey belli olmuştu, bu takım İbo’nun takımıydı. Veya İbo ve takımıydı. Bunu hem o biliyordu, hem de geri kalan onlar. Öyle de oynadılar zaten. 17’de Hido, Memo, Mirsad’sız bile İbo ve geri kalanları ile İsviçre’nin 14 sayısını ikiye katlamışlardı. Skor 28 - 14 olmuştu. Hiçbir maç, oynanmadan kazanılmaz denir ya, bu da onun için oynanan maçlardan biriydi galiba. Oynanmasaydı da olurdu. Hatta hiç oynanmasa çok daha iyi olurdu. Kimin yeneceği, kimin yenileceğinin değil, yenenin atacağı farkın merak edildiği maçtı.
Evet 17.
<#comment>#comment>Kore - Japonya’da oyuncuları ıskalamışlardı. Dünya onları merak ediyordu. Ama o, onlar BBG evinin salonuna çevirdiler basın toplantılarını. 07 Ümit, 08 Okan, 09 Hasan vesaire oldular. O dedi, ne dedi, kim kodu, kime kodu, işte dedikodu veya demeden kodu, filan falan. Türkiye’den bir tadı, bir iki Antik bölge adı, birkaç turistik yer. Hiç olmazsa biri işte burası benim doğduğum yer der diye bekledik, durduk. İtalya’da da hocaları ıskaladı. Hiç yenemediğimiz İtalya’yı yeniyorduk.
Sonra yine o korku, yine yenilirsek korkusu. Sonra olabilecek bir yenilginin kılıf veya kılıfları. İlk çıkanlar Emre, Okan, Tugay, Yıldıray oldu. Güneş, Inter, Blackburn Rovers, B.Leverkusen’e çalışıyordu sanki. Aman yorulmasınlardı. Ama mesela Bülent Korkmaz, ama mesela her zaman her gün Ergün yorulsunlardı. Hatta ne olurlarsa olsunlardı. Yıllardır etlerini, butlarını, gerilerini, berilerini bitirememiştik. Derilerinin suyundan bile faydalanmaya çalışıyordu hala Güneş. Emre ve Okan’a kıyak, 45 değil, 90 dakika oynatmaktı. Zaten düzenli oynayamadıkları İtalya’da. İki küçük İtalyanlar’a biz buyuz işte diye bağırırlarken, Hector Cuper’in kulakları çınlarken çıkartıldılar. Hani hazırlık maçı
<#comment>#comment>Beşiktaş’tan önce seyircisi; "12. adam" denir ya onlara... Bunların ki 13, hatta 14. adam veya adamlar sanki... Siyah ve beyazın bu kadar renklendiği, rengarenklendiği tek yer bu tribünler belki de... Müthiş itiyorlar takımı... İyi ki de itiyorlar zaten... 7.31’de Sergen’in sağdan, solu ile Tayfur’a ince pasının, Tayfur’dan İlhan’a ara pası olması ve ilk 45’teki ilk ve son atağında maçın da 1 - 0 olması...
Seyirci ile devam edelim. "Ölüyü bile diriltirler" denir ya; diriltiyorlar da zaten... Sonra Beşiktaş’ın İbo’su, yani solu... Galatasaray ile Fenerbahçe’ninkiyle beraber ortak kaderleri... Sanki Türkiye’nin solu... Ya da solun Türkiye’deki kaderi... En rüzgarlı havada bile işte öyle... Hani CHP gibi böyle, anlayın işte... Et mi, balık mı belli değil... Ya da var mı, yok mu? Onun, bunun, senin yediğini Alaves bilmez mi? Bilmese de sorup öğrenmez mi? Hep Beşiktaş solundan, kendilerinin sağından çalıştılar. Beşiktaş, çıkmadıkça veya çıkamadıkça veya Lucescu çıkarmadıkça, ne derseniz deyin... Sahaya da oynadıkça alıştılar. Lucescu, Cordoba’nın önüne Ali Eren’i, Zago’yu, Ronaldo’yu onların önüne de geri kalanları almış... İlhan da ileride tek kalmıştı ilk 45’de...